Gerçeğime musallat olan güzel bir kadın

AnalizPolitika

Written by:

Onu ilk defa ben dahil birçok Adanalı’nın hatıra defterinde muhakkak adı geçmesine rağmen ne yazık ki alış veriş merkezlerindeki dev sinemaların konforuna zamanla yenik düşerek tıpkı şehir merkezlerindeki türevi sinemalar gibi kapısına kilit vurmak zorunda kalan Adana’nın kadim sinemalarından Arı Sineması ile yine tıpkı komşusu Arı Sineması gibi azgın kapitalizmin dindirilemeyen iştahı karşısında daha fazla dayanamayarak şimdilerde çirkin bir beton yığını haline gelen iki katlı müstakil bir ev arasına gerilen dev bir Titanic afişinde görmüş ve bu tarihi serüvenin sinsi bir buz dağının dibinde ansızın sonlanacağını bilmeme rağmen Southampton – New York City arasındaki o efsanevi yolculuğun ve tabii o büyülü aşkın şanslı tanıklarından birisi olmayı çok istediğim için de soluğu hemen sinemanın neredeyse Adana’nın kalabalık caddelerine dek uzanan uzun bilet kuyruğunda almıştım!…

Arnold Schwarzenegger’i Hollywood’a kazandıran Terminatör serileri gibi kült filmlerle 80’lerin ikinci yarısına ve 90’ların tamamına damga vurmayı başaran efsanevi yönetmen James Cameron’un o yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’nin birçok şehrinde de aylar boyunca kapalı gişe oynayan Titanic’i elbette bizim Adana’mızda da yoğun bir ilgiyle karşılanmış ve şehrin tüm hücrelerinde adeta erken bir “Babam ve Oğlum” etkisi yaratmıştı.

Her ne kadar DiCaprio’nun hayat verdiği Jack Dawson’un, Kate Winslet’in canlandırdığı Rose’un yanında fiziken çok küçük kaldığı gerçeği (ki hala da aynı fikirdeyim. DiCaprio çok yanlış bir seçimdi bence) film boyunca peşimizi hiçbir sahnede bırakmamış olsa da, unutulmaz Soundtrack’iyle, çekildiği dönemin çok ötesine sızan son derece etkileyici görsel efektleriyle, kusursuz hikayesiyle, nefis kurgusuyla ve tabii o yıllarda İngilizlerin en önemli ihraç kalemlerinden birisi olmaya aday Winslet’in, “insana zamanı unutturan” o muhteşem güzelliğiyle Titanic filmi dünya sinema tarihinin gelmiş geçmiş en gösterişli işlerinden birisi olmayı başarmıştı.

Ve bu görkemli filmle birlikte Oscar, BAFTA, SAG, Emmy, Grammy ve Altın Küre…Bir aktörün ya da aktristin kariyeri boyunca alabileceği, almanın hayalini kurabileceği hemen hemen tüm saygın ödülleri meslektaşlarıyla arasına belki de hiçbir zaman kapanmayacak büyük farklar atarak bir bir toplayan, ulaşılması son derece meşakkatli olan bütün bu sükseli ödülleri, övgüleri ve sonuna kadar hak ettiği takdirleri mıknatıs gibi kendisine çekmeyi başaran Kate Winslet’in başarılarla dolu sanatsal yolculuğu da böylece başlamış oldu.

İşte yıllar geçtikçe yaşlanmayan, sadece yaş alan, üstelik yaş aldıkça da ilginçtir ki daha bir güzelleşen ve mesleğinde de neredeyse kusursuzluğa ulaşarak bir hayli ustalaşan Winslet’ın, 7 bölümlük mini dizi Mare of Easttown’ta sergilediği inanılmaz performansla birlikte bütün bu görkemli kariyer yolculuğunun bence en unutulmaz yapı taşlarından birisi inşa edilmiş oldu.

Zira, bagajında evlat acısı gibi hani “acıların şahı” olarak nitelendirebileceğimiz korkunç bir acıyla hayatına kaldığı (ya da düştüğü) yerden zor da olsa devam etmeye çalışırken aynı zamanda da neredeyse herkesi tanıdığı, herkesle iyi ya da kötü hatıralar istihdam ettiği küçük kasabasına hizmet etmeye çalışan kendi halinde, son derece doğal ve laf aramızda bir hayli de paspal ancak mesleğinde son derece başarılı olan, inatçı bir dedektifi canlandırdığı bu dizide Winslet o kadar büyük ve o kadar doğal oynuyor ki, dizi boyunca sanki kendinizi bu kasvetli kasabanın birer sakini olarak zannediyorsunuz ve elindeki o sevimsiz elektronik sigarasıyla Winslet’in sizi aniden ziyaret ederek kasabada yaşananlar konusunda sizinle hasbıhal edeceğine inanıyorsunuz.

Ki zaten Kate Winslet gibi muazzam sanatçıları diğer meslektaşlarından ayıran, onları mesleklerinde bu kadar özel ve kıymetli yapan yegane faktör de; bu insanların beyazperdede ya da dijital platformlarda fark etmeksizin kendilerini büyük bir hayranlıkla izleyen seyircilerinin gerçeklikleriyle kolayca oynayarak ve hatta o gerçeklikleri paşa gönüllerine göre değiştirerek onları zamanla hikayenin bir parçası haline getirmekteki akıllara seza ustalıklarıdır.

1997 yılında son derece güzel ve alımlı bir kadınla dev bir transatlantiğin güvertesinde gün batımını beraber izlemeniz ve hatta onunla hınzırca tükürük yarıştırmanız ve aynı muhteşem kadınla 2021 yılında bu sefer küçük bir Amerikan kasabasında işlenen talihsiz bir cinayetin katilini beraber bulmaya çalışırken aynı zamanda da yörenin kaçırılan kızlarının peşine düşmeniz işte bu kusursuz ustalığın doğal sonuçlarından birisidir.

Winslet daha kaç yıl daha bu işi yaparak bizim gerçekliğimize göstere göstere musallat olur bilmiyorum! Ancak umuyorum ki geçip giden zamana karşı özerkliğini ilan ettiği bu sanatta daha uzun yıllar boyunca biz seyircilerin gerçekliğine sızmayı başararak artık eski pırıltısını, eski neşesini kaybetmiş bu çekilmez zamandan bizi çekip alarak kendi hikayelerine götürmeye devam eder.

İyi ki varsın Kate Winslet.

Uğur Güney Subaşı, Ağustos 2022, Adana

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir