AİLENİN, DEVLETİN, ÖZEL MÜLKİYETİN KÖKENİ BİZE NE ÖĞRETİYOR?

AnalizPolitika

Written by:

“Ve bazıları;

yokken bile

vardır, fazlasıyla.”[1]

 

Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni, ya da kısaca AÖMDK… “Marksizm ve Kadın” denildiğinde hiç kuşku yok ki akla gelen ilk yapıt. Marksist literatürün en çok okunmuş ve olasıdır ki en çok eleştirilen eserlerinden biri. “Pek az ondokuzuncu yüzyıl yazarı aynı anda bu denli benimsenip bu denli yerden yere vurulmuştur,” diyor Redclift (1987:116).

Eleştiriler özellikle iki kesimden kaynaklanıyor: antropologlar ve feministler. Her ikisi de AÖMDK’den fazlasıyla beslenmiş olsalar da, yapıtı eleştirmek, bir dönem bir çeşit rüşt ispatı edimi sayıla geldi – iki kesim için de…

Bu eleştirilere geçmeden önce Karl Marx ile Friedrich Engels’in kadın konusundaki görüşlerinin biçimlendiği ortama bakmak gerekiyor yine de…

 

AÖMDK’nin Arkaplanı

 

Öncelikle şu vurgulanmalı: 19. yüzyıl Avrupası’nda hemen her kesimden kadınlar, ayaktaydı. Burjuva kadınlar yeşermekte olan “liberal demokrasiler”in erkek yurttaşlara sunduğu haklardan eşit biçimde yararlanabilmek adına, işçi-emekçi kadınlar ise kendilerini yığınlar hâlinde üretime çeken kapitalist sınaî üretim koşullarında, yaşam ve çalışma şartlarını iyileştirebilmek adına…

“Yaşamları boyunca Marx ve Engels etkin biçimde yükselmekte olan kapitalizme karşı muhalefeti inşa eden kadın ve erkeklerin yanında yer almışlardır. Marx ile Engels’in devrimci kariyerlerine başladığı 1830’larda kadınlar kendi eşitlik taleplerini yükseltirken ütopik sosyalist örgütlere katılıyorlardı. 1840’larda Britanya’da kadınlar altı maddelik Halkın Yasası (Charter) için örgütleniyor, gösteriler, yürüyüşler düzenliyor, kitlesel grevler düzenliyorlardı. 1848’de bir devrim dalgası Avrupa’yı sardı ve kadınlar yalnızca barikatlar inşa edip krallara ve imparatorlara karşı silaha sarılmakla kalmadılar, haklarını talep edebilmek için kendi örgütlerini de kurdular. 1871 Paris Komünü sırasında kendi örgütlerini oluşturup kentteki kısa ömürlü işçi hükümetini savunmak için ölümüne savaştılar. 1860’lar Britanya’sında İrlandalı kadın cumhuriyetçiler Britanya sömürgeciliğine karşı silahlı eylemleri destekliyordu. Marx ve Engels bu mücadelelerde yer alan kadın eylemcilerle etkileşim içindeydi. Kadınlar Marksizm’in gelişimini etkilediler, tıpkı Marksizm’in en adanmış sosyalist kadınlardan bazılarını etkilediği gibi.” (Cox, 2020)

Hâl böyle olunca, “kadınlık durumu” ve “kadınların kurtuluşu” ile bağlantılı soruların 19. yüzyıl sosyalistlerinin gündemine yerleşmesi, kaçınılmazdı. Bu nedenledir ki, AÖMDK 19. yüzyıl Avrupası sosyalist çevrelerde kadınların konumu üzerine yazılmış ilk kitap değil. Daha önce ütopik sosyalistler, özellikle de Marx ile Engels’in kadınların durumu konusundaki düşüncelerinin biçimlenişinde büyük payı olan Charles Fourrier ile Robert Owen’in yazıları bu kalemde anmak gerek.

Fourier’in fikirleri 1830-40’lı yıllar Fransası’nda bir hayli etkiliydi: özellikle Toplu Eserleri’nin 1841’de yayınlanan birinci cildindeki, aile üzerine düşünceleri… Fourier tekeşli evliliğin cinsel tutkulara çok daha geiş bir alan tanıyan bir sistemle ikame edilmesi gerektiğini düşünüyordu; ona göre tekeşlilik insan doğasına aykırıydı ve insan mutluluğunun önünde engeldi… Bu perspektifle çocukların ortaklaşa yetiştirilmesini öneriyordu: böylelikle toplum, şimdiki parçalı, rekabetçi aile birimlerinden tekil ve uyumlu bir aileye dönüşecekti. (Weikart 1994: 658)

Bireysel aşkı savunmakla birlikte, sevginin bittiği yerde evliliğin de sona ermesi gerektiğini öne süren Britanyalı ütopik sosyalist Robert Owen da bir kurum olarak ailenin ilgasından yanaydı; bir toplum modeli olarak önerdiği 500-2000 kişilik cemaatlerin toplumsal ve iktisadi birim olarak ailenin yerini alacağını ve bu yeni örgütleniş biçiminin sosyalizme geçişi kolaylaştıracağını umuyordu. Hem Fourier, hem de Owen çocukların ailenin gözetiminden çıkartılıp komünal eğitime teslim edilmesini savunmaktaydı.[2] (Weikart 1994)

Kadınların ısrarlı ve gözükara mücadelelerinin yanısıra bu fikirlerin Marx ile Engels dâhil, 19. yüzyıl ikinci yarısı Batı Avrupalı devrimci kuşağın kadın ve aile konusundaki düşüncelerinde radikal bir dönüşüme yol açtığı söylenebilir. Böylelikle örneğin Auguste Bebel 1879’da işçi ve devrimci kuşaklar üzerinde son derece etkili olan, kadın özgürlüğü savunusu “Kadın ve Sosyalizm”in ilk baskısını yayınlayacaktır. Gerek Bebel, gerekse 1882-83 yıllarında gazetelerde yayınladığı bir dizi makalede Karl Kautsky, kadınların insanlığın ortaya çıkışından bu yana ezildiğini öne sürüyorlardı – ki Engels’in Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’ni bu yanılgıyı düzeltmeyi hedeflediği belirtilir. (Vogel 2013: 79; Diaz 2018; McGregor 2021)

Her durumda, 19. yüzyıl devrimci çevrelerinde başat iklim, aile kurumunun kadınların tahakküm altında tutulmasının birincil sorumlusu olduğu yolundadır ve ailenin ilgası yolunda kuramsal ve pratik girişimlerde bulunulmaktadır. “Her büyük devrimci hareketle birlikte özgür aşk’ın öne çıkması ilginç bir olgu,” diye yazıyordu Engels Marx’ın ölümünden birkaç ay sonra. İşin ilginç yanı, bunun Prusya ve Alman hükümetleri de farkındadır ve 1849, 1874, 1876 ve 1894’de çıkarılan ve “aile değerlerine saldırı”yı yasadışı ilan eden yasalarla, aileye yönelik “sosyalist tehdit”i savuşturmaya çalışmaktadır. (Weikart 1994: 657) AÖMDK’nin ilk baskıları bu nedenle Almanya’da yapılamayacak, Zürih’te yapılan ilk baskı ise, Almanya’da gizlice binlerce nüshası satılacaktı.

Ne ki, 19. yüzyıl sosyalist literatüründe, AÖMDK’ne dek “ailenin tarihselleştirilmesi” eğilimi, bir başka deyişle, ailenin tarihsel olarak değiştiği fikri mevcut değildi. Bu, ancak ABD’li hukukçu-antropolog Lewis H. Morgan’ın Systems of Affinity and Consanguinity of the Human Family (İnsan Ailesinin Kandaşlık ve Hısımlık Sistemleri – 1871) ve Ancient Socity (Kadim Toplum – 1877) ile birlikte göndeme gelebilecektir. Morgan öncesi Batı toplumsal düşüncesinde (İsviçreli hukukçu ve antropolog Johann Jacob Bachofen’in ancak Morgan sonrasında popülarize olan 1861’de yayınlanmış Das Mutterecht’i dışında) ailenin tarih-dışı ve ebedi bir görüngü olduğu ön-kabulü hâkimdi. Engels’in (1990: 15) AÖMDK’nin dördüncü baskısı için yazdığı önsözde belirttiği üzere,

“1860 yıllarına kadar, bir aile tarihi sorunu sözkonusu olamazdı. Bu alanda, tarih bilimi, henüz tamamen Musa’nın beş kitabının (Pentateque) etkisi altındaydı. Bu kitaplarda, öbür kaynaklarda olduğundan çok daha ayrıntılı bir biçimde anlatılan ataerkil aile biçimi, yalnızca en eski aile biçimi olarak kabul edilmekle kalmıyor, ayrıca -çok-karılılık (polygamie) bir yana bırakıhrsa- günümüzün burjuva ailesiyle özdeş sayılıyor, bir tutuluyordu. Öyle ki, aile hiçbir tarihsel evrim geçirmemiş sayılıyor, yalnızca, ilkel zamanlarda, bütün kurallardan bağışık bir cinsel ilişkiler döneminin varolabileceği kabul ediliyordu. Daha doğrusu, ·tek-eşli-evlilik (monogamie) dışında, Doğudaki çok-karılı-evlilik (polygamie) ile Tibet’teki çok-kocalı-evlilik (polyandrie) biçimleri biliniyordu; ne var ki, bu üç biçim, tarihsel bir ardışıklık düzeni içinde sıralanmıyor ve aralarında hiçbir ilişki olmaksızın birbiri yanında bulunuyorlardı.”[3]

Morgan’ın yapıtları bu dogmayı temelden sarstı. New York bölgesinde Iroquis toplulukları arasında uzun süre yaşayan ve çalışan hukukçu ve antropolog Lewis Henry Morgan, Iroquis yerlilerinin akraba adlandırma sistemlerinin gerçek akrabalık ilişkilerine denk düşmediğini gördükten sonra, yeryüzündeki akrabalık sistemlerinin karşılaştırmalı çalışmasına girişmiş ve bu sistemlerin geçmişte insan topluluklarının yaşadığı gerçek ilişkilerin “fosilleri” olduğuna hükmetmişti. İlk yapıtında (Systems of Consanguinty and Affinity…) seksen akrabalık adlandırma sisteminin karşılaştırılması temelinde, evliliğin değişen kurumsal biçimlerinin evrimsel dizilimini kurguluyordu. Bu kurguya göre insanlık tarihinin şafağında, kuralsız cinsel ilişkiler egemendi. Bu evreyi, akrabalar arası cinsel ilişkilerin birbiri ardısıra yasaklandığı ve kişinin evlenme seçeneklerinin giderek daraldığı dört evreli bir süreç izleyecekti:

  1. Kuşaklar arasında (dolayısıyla ebeveynlerle evlatlar arasında) cinsel ilişkinin yasaklandığı kandaş aile. Bu aile tipinde bir topluluğun aynı kuşaktaki kadın ve erkekleri birbirlerinin karı-kocası sayılmaktaydı. Çocuklar için ise topluluğun tüm erkekleri “baba”, tüm kadınları ise “anne”ydi.
  2. Aynı kuşaktan kandaş akrabalar (kardeşler) arasında cinsel ilişkilerin yasaklandığı punaluan aile. Bu aile tipinde aynı grup içindeki kuşakdaş kadın ve erkekler arasında evlilik yasaklanmıştı. Eş sayısında bir kısıtlama olmadığı için gerçek “baba” bilinmediği için soy anneden izlenebilecekti. Böylelikle, ortak “kadın ata”dan gelen kadınların, anneannelerinin topluluğuna dâhil olurken, erkek kardeşlerinin evlenmek üzere başka gruplara katıldığı, “damatlar”ın ise dışarıdan geldiği anayanlı bir “soy grubu” (Morgan ve onun izinden Engels bu birime “gens” adını veriyor) toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturacaktı. Çocuklar için annenin bütün kız kardeşleri “anne”, bütün erkek kardeşleri ise “dayı” statüsündeydi. Dışevlilikçi gensler, kabile içerisinde birbirleriyle evlilik ilişkisi kurabilen fratrileri oluşturmaktaydı. Böylelikle örneğin bir kabile, birbiriyle evlilik ilişkisi içerisinde olan genslerden oluşan iki (ya da daha fazla) fratriye bölünüyordu. Yani gens dışevlilikçi, ama içerisinde yer aldığı en geniş örgütsel birim olan kabile, içevlilikçiydi.
  3. İki başlı (Syndyasmian) aile: Evlenme kısıtlamaları (Morgan’a -ve onun bu yaklaşımını sorunsuz benşmseleyn Engels’e- göre “doğal seçilim”in bir sonucu olarak genişleyerek devam edecekti. Böylelikle grup hâlinde evlilikler pratikte giderek olanaksızlaştı. Bu sınırlamaların sonucu genellikle bir erkek ile bir kadının gevşek, kolay bozulabilen birlikteliğinden oluşan “iki-başlı aile”ydi:

“Bu aşamada, bir erkek bir kadınla yaşar, ama gene de çok-karılılık ve uygun fırsatlarda kaçamak yapmak hakkına sahiptir. Ama iktisadi nitelikteki nedenlerden ötürü, çokkarılılığa ender rastlanır; bununla birlikte, çoğunlukla, ortaklaşa yaşam boyunca kadından çok sıkı bir bağlılık istenir ve eşini aldatan kadın şiddetle cezalandırılır. Ama evlilik bağı, iki tarafça da kolaylıkla çözülebilir ve çocuklar, geçmişte olduğu gibi, yalnızca anaya ait olurlar.

Kandaşları gitgide evlilik bağının dışında tutmadaki doğal seçme (selection naturelle) etkili olmakta devam eder.” (Engels 1990: 53)

  1. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlendiği Ataerkil (patriarkal) aile. Bu aile tipinde, “analık hukuku” son bulmuş, soy kesin bir biçimde erkeğin hattına geçmiştir. Morgan bu terimle şefleri ve ileri gelen erkekleri çokeşli olan İbrani çoban aşiretlerini kast ettiğini vurgulayıp, evrensel olmayan bu modelin tarihsel etkisinin düşük olduğunu vurgular. (Morgan 1948: 28)
  2. Tek-eşli (monogamik) aile: Tek bir erkeğin tek bir kadınla çözülmesi zor koşullarla evlenebilmesi. Tek eşli ailenin biçimlenişi konusunda Morgan çok nettir: “Tıpkı Tek eşli ailenin biçimlenişi konusunda Morgan çok nettir: “Tıpkı tohumunu barındıran syndyasmian (iki-başlı) ailenin kökenini gens’e borçlu olması gibi, monogamik aile kökenini mülkiyete borçludur. Grek kabileleri tarih sahnesine çıktığında, monogamik aile mevcuttu, ama positif yasalar statü ve haklarını tayin edene dek tam anlamıyla kurumsallaşamadı. İnsan aklında mülkiyet fikrinin gelişimi (…) ve özellikle de tevarüsüne ilişkin yasal hakların kurumsallaşması ailenin bu biçiminin kurumsallaşmasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır.” (Morgan 1948: 262)

Morgan Ancient Society’de (Kadîm Toplum[4]) bir evlilik biçiminden diğerine geçişin nedenlerini araştırırken, bu geçişleri “geçim sanatları”nın evrimiyle ilişkilendirecektir. Böylelikle Ancient Society’de her biri geçim tekniklerinin, ailenin, toplumsal-siyasal örgütlenmenin ve mülkiyet kavrayışının belirli bir evresine denk düşen (ve her biri kendi içinde kademelenmiş) üç tarihsel dönemi birbirinden ayırt eder. Bu durumda, “ailenin evrimi” konusunda ortaya şöyle bir şema çıkmaktadır (Maconachie [1987: 102]’den esinle):

 

Tarihsel evre Geçim sanatları Aile biçimi
Yabanıllık
Alt Kök ve meyva Grup evliliği
Orta Balık, ateş ve et Grup evliliği
Üst Ok ve yay Grup evliliği
Barbarlık
Alt Tahıllar, bitkiler ve çanak-çömlek İki-başlı aile
Orta Hayvanların evcilleştirilmesi, et ve süt, sulamalı tarım İki-başlı aile
Üst Saban, demirin ergitilmesi İki-başlı aile
Uygarlık Alfabe ve yazı tek-eşli aile
         

 

Morgan soy hattının babadan izlenmeye başlandığı ataerkil aile ile tekeşli aileyi kadın cinsinin konumu için bir gerileme kabul etse de, özellikle tek-eşli aileyi uygarlığın, sahip çıkılması gereken bir ilerlemesi saymaktadır.

Gerek Marx, gerekse Engels, Morgan’ın geçim koşulları ile aile, devlet ve özel mülkiyetin biçimlenişi/gelişimi arasındaki bağıntıların izini süren bu maddeci yaklaşımını hararetle selamlarlar. Marx, ölümünden çok sonraları, 1970’lerde Etnoloji Defterleri adı altında yayınlanacak olan notlarında Morgan’ın Ancient Society’sinden bolca yararlanmıştır. Engels ise, yoldaşının ölümünden sonra, Marx’ın notlarından da yararlanarak[5], Morgan’ın Ancient Society’sindeki yaklaşım üzerine temellenen AÖMDK’yı kaleme alır. Ancak Engels, tek-eşli aile konusunda Morgan kadar iyimser değildir.

Engels’in yeniden formülasyonuna göre insan toplumlarında aile Morgan’ın dört evreli (Engels “ataerkil aile”yi ailenin evriminde bir durak olarak görmez) süreci izlemiştir. Uygarlık öncesi evrelerde kadınlar bir yandan soyun sürdürücüsü oldukları için (grup evliliğinde çocuğun babasını tayin etmek mümkün değildir), bir yandan da geçim faaliyetlerindeki etkinliklerinden dolayı özgür, özerk varlıklardı ve toplumsal kararların alınmasında önemli roller üstlenmekteydiler. Gerek avcılık (ve toplayıcılık)ın başat olduğu yabanıllık evresinde, gerekse bitki ve hayvanların evcilleştirildiği tarımcı-çoban (barbar) toplumların başlangıcında süregiden bu durum, özel mülkiyetin (ilkin evcilleştirilmiş sürüler üzerinde) ortaya çıkışı ve erkeklerin elinde yoğunlaşması sonucunda bozulacaktı. Mirasın babadan çocuklara devrini sağlamak için ana soy hattı yerini soyun babadan izlenmesine bırakırken, erkek-kadın işbölümünde kadınların üstlendiği ve önceleri onlara yüksek bir konum sağlayan hane-içi görevler ikincilleşti. Erkeğin fiilen sınırsız ihlale yetkili olduğu, buna karşılık kadın için mutlak bağlayıcılığı olan tek-eşli evliliğin kurumsallaşması kadını hane içine hapsederek evin kölesi durumuna getirecekti. “Kadın cinsinin tarihsel yenilgisi”, tamamlanmıştı.

 

Eleştiriler

 

AÖMDK kısa sürede sosyalist çevrelerde genelde büyük bir beğeniyle karşılandı; kısa sürede onlarca dile çevrilirken, Almanca örijinalin baskıları da (Engels’in dahi takip etmekte zorlandığı bir hızla) birbirini izledi… Rusya’daki Bolşevik devrim, özellikle de Bolşevik kadınlar AÖMDK’ni el kitabı kabul edeceklerdi.[6]

Eleştiriler 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle iki çevreden, feministlerden ve antropologlardan yükselecekti… Kaba bir özetle feministler Engels’i “feminist olmamakla”, “antropologlar ise “antropolog olmamakla” eleştiregelmişlerdir.

Feministlerin AÖMDK’ne en sık yönelttikleri eleştiri, “ekonomizm”dir. Simone de Beauvoir, İkinci Cins’de Engels’in “aşırı ekonomik determinizmi”ni eleştirir, örneğin (Sayers, Evans, Redclift 1987: 3). Kate Millett ise Cinsel Politika’sında “Engels ataerkil ailenin tarihini ve ekonomisini vermekten öte bir şey yapmamış, bunun va’zettiği zihinsel alışkanlıkları soruşturmayı ihmal etmiştir,” der. (Millett 1971: 169). Feministlere göre Engels bir cinsellik kuramı geliştirmemiş, kadın ve aileye ilişkin analizini iktisadi düzlemde tutmuş ve “tüm toplumsal ilişkileri sınıf ilişkilerine indirgerken, kadınlara yönelik tahakkümün kişisel veçhelerini gözden kaçırmıştır.” (Chrysochou, 2013) Çünkü Engels’in önceliği “kadınların kurtuluşu” değil, sınıf mücadelesidir ve AÖMDK kadın mücadelesini sınıf mücadelesine tabi kılma yolunda bir girişimdir: “Kadınların tabi kılınmasına ilişkin bir analiz sunmak Engels’in öncelikli ilgisi değildir. Onun esas hedefi, meta üretimi, sınıfsal bölünme ve devletin biçimlenişi, siyasal demokrasinin prekapitalist çağının anahatlarını verebilmektir.” (Maconachie, 1987: 99)

Oysa kadınların madun konumunu ister biyoloji ya da onun toplumsal örgütlenişiyle, ister evlilik hukukuyla, ister üreme ve analıkla, ister muğlak bir “ataerki” kavramına başvurarak açıklasın, feminist analize göre kadınlık durumunun analizi cinselliği temel almak durumundadır: “Çalışma (emek) Marksizm için neyse, cinsellik de feminizm için odur: en çok kişiye ait olan ve en çok ondan alınan. Marksist kuram toplumun temelde insanların insan olarak hayatta kalabilmek için gerekli şeyleri yaparken girdikleri ilişkilerden inşa olduğunu ileri sürer. Çalışma maddi ve toplumsal dünyaları şekillendirme ve dönüştürme sürecidir (…) İnsanların sayesinde kendileri oldukları faaliyettir. Sınıf onun yapısı, üretim sonucu, sermaye donmuş biçimi, denetim ise hedefidir. Cinsellik ise kadınlar ve erkekler olarak bildiğimiz, ilişkileri toplumu oluşturan toplumsal varlıkları yaratan arzuya kaynaklık eden, örgütleyen, ifadelendiren ve yöneten toplumsal süreçtir. Çalışmanın Marksizm için olduğu gibi, cinsellik de feminizm için toplumsal olarak inşa edilmiştir ama kendisi de inşa eder, faaliyet olarak evrenseldir ama tarihsel olarak özgüldür, madde ve akıldan oluşur. Birilerinin yararına diğerlerinin emeğinin örgütlü biçimde temellük edilmesi sınnıfı -işçiler- tanımladığı gibi, birilerinin cinselliğinin diğerlerinin kullanımı için temellük edilmesi, cinsiyeti, kadını tanımlar. Yapısı heteroseksüellik, toplumsal cinsiyet ve aile donmuş biçimi, cinsiyet rolleri toplumsal kişilere genelleştirilmiş nitelikleri, üreme sonucu, denetim ise hedefidir.

(…) Devletin ve üretimci gücün ele geçirilmesi çalışma ilişkilerini tersine çevirse de cinsiyet ilişkilerini cinselliğin sınıf analizinin öngördüğü gibi, eşzamanlı olarak ve aynı tarzda tersine çevirmez.” (MacKinnon 1982, 515-16)

Aslına bakılırsa “ekonomi” ve “cinsellik”i ilkini Marksizm’e, ikinciyi ise feminizme mal eden bu sahte “dikotomi”yi aşma girişiminde bulunan ilk kişinin Engels olduğunu söyleyebiliriz. Engels (ve tabii Marx da) herşeyi “üretim”den ibaret görmek bir yana, insan soyunun varlığını sürdürebilmede birbiriyle içiçe geçmiş iki sürecin, üretim ve yeniden üretimin zorunluluğunu çeşitli vesilelerle vurgulayagelmişlerdir: “Yaşamın üretimi, hem kişinin emek sürecinde kendi yaşamını üretmesi, hem de üremede yeni bir yaşamın üretilmesi çifte bir ilişki gibi tezahür eder: bir yanda doğal, diğer yanda da toplumsal bir ilişki,” der örneğin Karl Marx (1845) Alman İdeolojisi’nde. Engels’in AÖMDK’nin ilk baskısına önsözünde bir pasaj, Marx’ın bu sözlerini yankılamaktadır:

“Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların·içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir.” (Engels 1990: 13)

Bu anlamda “kaba bir ekonomist” olmak bir yana, belki de Engels’in “günah”ı, üretim ile (üremeyi, ama aynı zamanda yeni kuşakların yetiştirilmesi, işgücünün yenilenmesi, bireylerin kültürlenmesi vb. faaliyetleri kapsayan) yeniden üretimi çoğu feminist araştırmacının yaptığı gibi birbirinden soyutlamayıp, içiçe, ilişkinlik içerisinde ele almasıydı. Bu konuya ileride yeniden değineceğim.

Engels’in yapıtına yönelik atropolojik eleştiriler ise, daha çok onun pek çok görüşü yeni bulguların ışığında gücünü ve inandırıcılığını yitiren Morgan’a fazlasıyla dayanmasından kaynaklanır. Bu eleştirilerin derli-toplu biçimde bulunabileceği Regina Üniversitesi Sosyoloji kürsüsünden Paul Gingrich’in Adam & Sydie’ye dayanan ders notlarına müracaatla özetleyelim:

– Morgan’ın yapıtı kendi döneminde güncel bir antropolojik yapıttı ancak günümüzde oldukça eski ve hatalıdır, daha yakın dönem antropolojisi farklı veriler sunar. Kısmen bu nedenle, kısmen Engels ailenin kökenini iktisadi sistem için kullandığı aynı maddi güçlerle açıklamaya kalkıştığı için, kısmen de Marx ve Engels genelde kültürel etkenlerin bağımsız bir rol oynayabileceğini görmezden geldikleri için Engels’in analizi günümüzde yetersiz gözükmektedir.

– Kadınlar üzerindeki eril tahakküm özel mülkiyetin erkeklerin elinde yoğunlaşmasından kaynaklandığını kabul edecek olsak dahi, Engels özel mülkiyet ve mirasın temelini oluşturan üretim araçlarının neden erkeğin elinde yoğunlaştığını açıklayamamaktadır. Ana soy hattından baba soy hattına nasıl geçildiği de Engels’de açık değildir.

– Engels tarım sistemleri ortaya çıkmadan önce kadınla erkek arasında bir işbölümü olduğunu öne sürer. Bu cinsel işbölümü erkekleri besin elde etmek ve “üretken işleri” yapmaktan, kadınları ise hane içi işlerden sorumlu kılmıştır. Engels bu işbölümünün cinsel eylemden kaynaklandığını, dolayısıyla da “doğal” olduğunu düşünüyora benziyor. Sydie “fiziksel gücün işbölümünde hiçbir zaman asli bir belirleyici olmadığını kaydeder, ama ondokuzuncu yüzyıl yazarları böyle düşünmüş olabilirler.

Aslına bakılırsa, bu eleştirilerde haklılık payı yok değildir: Engels ne feministtir ne de antropolog. … Böyle bir iddiası da yoktur. Marksizm’in biçimlenmesine büyük katkıları olan biri olarak o, AÖMDK’de ailenin ve devletin, özel mülkiyetin tarihiyle içiçe geçmiş köken ve tarihlerinin izini sürerek bize ne ailenin ne de devletin ezeli, dolayısıyla da ebedi kurumlar olmayıp, oluşumları maddi yaşamın üretiliş tarzıyla ve bu tarz(lar) içinde biçimlenen sınıf ilişkileriyle bağlantılı süreçler olduğunu göstermeye çalışmıştı. Dahası, çağının antropolojik bilgilerinin yetersizliğinin yeterince farkındaydı; bunu AÖMDK ‘de birden fazla kez dile getirmiştir:

“İlk baskının yayımlanmasından bu yana yedi yıl geçti; bu süre içinde ailenin ilkel biçimleri üzerindeki bilgilerde önemli gelişmeler oldu. Bundan ötürü, bazı düzeltme ve tamamlamalar yapmak için elimi çabuk tutmam gerekiyor; zaten eldeki metnin kararlaştırılmış bulunan baskısı da, belirli bir süre için, bu kitapta başka değişiklikler yapılmasını önleyecek.

Bu yüzden, bütün metni büyük bir özenle gözden geçirerek bir sürü katma yaptım; umarım ki, bu katmalarla, bilimin bugünkü durumu, gerektiği gibi hesaba katılmış olacak. (Engels 1990: 14)

“İnsanlığın tarih-öncesi dönemini, bilinçli bir biçimde belirli bir düzene koyma işine ilk girişen Morgan olmuştur; ve çok sayıda yeni belge herhangi bir değjşikliği zorunlu kılana ·kadar, onun olguları sınıflandırma biçimi, kuşkusuz yürürlükte kalacaktır.” (Engels 1990: 27)

Bir başka deyişle Engels, görüşlerinin dönemin biliminin sınırlarıyla sınırlı olduğunun bilincindeydi… Onu Morgan’ın yanılgılarını paylaşmakla eleştirmek, kötü niyet değilse eğer, anakronizmdir…

 

AÖMDK’nin (Morgan’la bağlantılı) sınırlılıkları

 

Şu hâlde AÖMDK’nın hakkı teslim edilmeli… Tabii, güncel veriler ışığında eksiklik ve yanılgılarını gözardı etmeden. (“Her durumda AÖMDK kendi döneminin ürünü olarak görülmeli,” diyor Christine Thomas (2014), “kapitalist toplumda kurumların evrensel ve doğal olduğunu öne süren başat ideolojiye meydan okuması açısından devrimci ve patlayıcı, ama 1880’lerde elde olan nadir bilimsel bilgilere dayanmaktan malûl.”

Şu hâlde önce bu eksiklik ve yanlışlıklara bir göz atalım…

Morgan Iroquisler arasındaki gözlemlerini dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan yönetici ve misyonerlere gönderdiği anketlere aldığı yanıtlarla karşılaştırarak, insanlığın yabanıllıktan uygarlığa doğru yol aldığı ve yeryüzünde mevcut farklı toplumların her birinin belirli bir basamağında yer işgal ettiği tek hatlı bir ilerleme şeması kurgulamıştı. Bu ilerlemenin itici gücü, geçim araçlarındaki ilerlemeydi, Morgan’a göre, geçim araçları değiştikçe, aile, mülkiyet kavramı ve yönetim biçimleri de koşut biçimde gelişiyor, karmaşıklaşıyordu.

İnsan toplumlarının ilkel durumdan modern zamanlara evrensel ve tek hatlı bir evrim yaşadığı düşüncesi, aslında Aydınlanma filozoflarına ait bir düşünce. 18. yüzyıl batı yazını, “Evrensel Tarih” kurgularıyla doludur.

Morgan, Aydınlanma’nın “İlerleme düşüncesi” mirasını, 19. yüzyıl doğa biliminde gerçekleşen büyük atılımların (özellikle Lamarc ve Darwin) bulgularıyla harmanlayarak insan toplumlarının değişimini bilimsel temellerde açıklamaya çalışan antropologlardan bitiydi. Ancak, toplumsal değişimi insanların geçim faaliyetlerinin değişimi temelinde açıklama girişimi, onu çağğı içinde de istisnai kılıyordu: Marx ile Engels tarafından coşkuyla karşılanmalarının nedeni budur.[7]

Ne ki Engels’in Morgan’dan sorgusuz benimsediği teknoloji temelli, evrensel ve tek hatlı evrim düşüncesi ve ilişkin sayıltıları günümüzde savunmak, mümkün değildir. AÖMDK’nin esas olarak Morgan’dan tevarüs ettiği zaafları şöylece sıralayabiliriz:

  1. Tekil ve tek hatlı bir insanlık tarihi kurgusu

AÖMDK anayanlı soy hattından atayanlı soy hattına, kuralsız cinsellikten kandaş aileye, ardından punaluan, sonra iki-başlı aileye ve nihayet tekeşliliğe geçişi vb. ve bu ilerleme hattının evrensel olarak geçerli olduğunu varsaymaktadır. Bu ise, tarihin güdücüsünün, bir üretim tarzı kendini yeniden üretebilme kapasitesinin sonuna vardığında onu değişmeye zorlayanın sınıf mücadeleleri olduğu gerçeğini ihmal eden bir mekanistik bakışa denk düşmektedir. Oysa bizatihi Marksist olan bu saptama, nesnel (üretici güçlerin gelişmesi, teknolojik ilerleme, üretkenlik, vb.) ve öznel (sınıf mücadelesi) faktörleri birlikte ihtiva eder. Öznel faktörün, yani sınıflar ve onların mücadelesinin tekil, eşsiz biçimleniş(ler)i tarihi oluştururken, bu mücadelelerin etkileri, kendi sınırlarına dayanmış nesnel koşullarda sıçramalı değişimler oluşturur. Bir başka deyişle sınıf mücadelelerinin dinamikleri, farklı coğrafyalarda, farklı toplumlarda tikel biçimlenişlere yol açar.

Bu bakışı sınıf-öncesi toplumlara taşımak mümkündür. Nihayetinde, küçük ölçekli toplumlar da kendi içlerinde ve kendi aralarında çelişkilerle yüklü kendiliklerdir: yaşa, cinsiyete, statüye, gruplar arası kaynaklara erişim mücadelesine vb. bağlı çelişkiler… Yeni (ve yerel olarak değişiklik gösterebilen) biçimlenişlere yol açabilecek çelişkilerdir bunlar… Nitekim kadınların beden ve emeklerinin soy-grubu denetimi altına alınmasına yol açan ve atayanlı soy hattını avantajlı kılan da -ileride değineceğim üzere- böylesi bir çelişkiler yumağı olmuş olabilir.

Daha da önemlisi, Morgan (dolayısıyla da Engels) evrensel bir insanlık tarihi kurgularken Homo sapiens öncesi insan türlerinin varlığından haberdar değillerdi. Gerek Ancient Society, gerekse AÖMDK’de “vahşet, barbarlık, uygarlık” aşamalarından geçenlerin aynı genus’a mensup olmadıklarını bilmiyorlardı. Bir başka deyişle “ateşi bulan” ile “ok ve yayı imal eden” insanlar aynı genus’un mensubu değillerdi. Bilgi belli ki kümülatif olarak bir genusdan diğerine aktarılabilmekteydi, ama onlara ortak kurumlar atfetmek, spekülatif düzeyin ötesine geçmeyecek bir girişimdir. Örneğin insanlık tarihinin (Australopithecus’lara dayanan) milyonlarca yıl sürmüş avcı-toplayıcı geçmişine “anayanlı soy hattı” atfetmek, şansını fazla zorlamak olacaktır. “(…) (Engels, b.n.) sonunda tüm avcı-toplayıcı toplumların anayanlı olduğu sonucuna varırken, abartılardan kaçınamamaktadır. (…) Harman’a göre varsayımlarda bulunabilsek dahi, tüm insan toplumlarının akrabalığı o şekilde örgütlediğini ya da tersini kanıtlayamayız., özellikle de yazılı belgelerin yokluğunda,” diyor Chrysochou (2013). Dolayısıyla; İnsan toplumlarının, geçmişin karanlıklarında kalmış bir “kuralsız cinsel ilişkiler evresi”nin ardından, devletin ortaya çıkışına dek akraba-temelli, soya dayalı topluluklar hâlinde örgütlendiği ve buna koşut olarak da anayanlı soyun evrensel olarak atayanlı soyu öncelediği varsayımı günümüzde ihtiyat kaydıyla yaklaşılması gereken iddialardır.

  1. Kadın-erkek arasındaki kadını “hane işleri”, erkeği ise yiyecek teminiyle yükümlü kılan işbölümünün, “doğal” ve evrensel sayılması[8]:

“(Gens örgütlenmesinde- b.n.) Erkek savaşır; ava ve balığa gider, ilkel besin maddelerini ve bunların gerektirdiği aletleri sağlar. Kadın evde uğraşır, yiyecek ve giysileri hazırlar: yemek pişirir, dokur, diker. İkisi de kendi alanında egemendir: erkek ormanda, kadın-evde. İkisi de, yaptığı ve kullandığı aletlerin sahibidir: erkek, silahların, avcılık ve balıkçılık aletlerinin; kadın, ev eşyalarının: Ev ekonomisi, çoğunlukla büyük sayıda aile arasında, ortaklaşadır.” (Engels 1990: 164)

Oysa günümüzde avcı-toplayıcı ve hortikültüralist toplumlar üzerine yapılmış gözlemler, hemen tümünde cinsiyete dayalı bir işbölümü mevcut olmakla birlkte, bu işbölümünün “sınırları”nın büyük değişkenlik gösterdiğini açığa çıkartmaktadır. Öncelikle avcı-toplayıcı toplumlarda kadınların toplayıcılık, erkeklerin ise avcılık faaliyetlerinde yoğunlaştığı genel olarak geçerli bir gözlem olsa da, bunun kural olmadığı pek çok avcı-toplayıcı toplumu vardır. Örneğin Ju!’hoansi (Güney !Kunglar), Agta (Filipinler), Hill Pandaram (Güney Hindistan), Hadza (Tanzanya), Avustralya aborijinleri dahil pek çok avcı-toplayıcı toplumda erkekler toplayıcılık yaparlar. Buna karşılık, örneğin Batı Avustralya çöllerinde kadınlar köpeklerle kanguru, emu vb. avına çıkıp hayvanları sopalarla öldürür. Ju!’hoansi ve Ache (Paraguay) kadınlarının erkeklerin kullandığı ok ve yaya dokunmaları yasak da olsa, usta avcılardı. Ondokuzuncu yüzyılda Yahgan (G. Amerika güney ucu) kadınları buzlu sulara dalıp deniz kabukluları avlıyorlardı. Agta kadınları ise maçet, ok ve yay ve av köpekleriyle düzenli olarak avlanır, avlarını tarımcı komşularının ürünleriyle takas ederlerdi. Pek çok avcı-toplayıcı toplumda kadınlar erkeklerle birlikte ava katılırken, av hayvanlarını avcılara doğru sürmek gibi görevleri üstleniyorlardı. (Endicott, 2010).

Benzer bir durum küçük ölçekli tarımdan (horticultur) geniş ölçekli tarıma (agriculture) geçiş için de söz konusudur:

“(Engels) büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesinin tarımdan önce gerçekleştiğini ve erkeklerin sürülerin sorumlusu olduğunu düşünüyordu, oysa günümüz bilgileri bu iki sürecin eşzamanlı ve hortikültürden sonra gerçekleştiğini göstermektedir ve sayıları sınırlı olduğu sürece evcil hayvanların bakımı, kadınların göreviydi.” (Chrysochou 2013).

Şu hâlde günümüz gözlemleri “avcı erkek / toplayıcı kadın” klişesini dahi boşa çıkartırken, kadınları “domestik işler” erkeği ise “evin ekmek getireni” olarak kurgulayan (kabul etmek gerekir ki bir hayli” doğacı”) yaklaşımdan uzak durmak gerekir.

  1. Tek-eşliliğe geçişte kadınların “yorgunluğu” ile açıklamak…

“Bachofen, ‘hetairisme’ ya da ‘sefihçe çiftleşme’ adını verdiği şeyden karı-koca evliliğine geçişin tamamen kadınların eseri olduğunu kesinlikle ileri sürdüğü zaman, bir kez daha, sözgötürmez biçimde haklıdır. İktisadi yaşam koşullarının, eski komünizmi yıkarak geliştiği ve nüfus yoğunluğunun da arttığı ölçüde, geleneksel cinsel ilişkiler ilkel saflıklarını yitiriyor, ve iffet hakkını, bir tek adamla geçici ya da sürekli evlenme hakkını bir kurtuluş gibi görmeye başlayan kadınlara, gitgide alçaltıcı ve ezici olarak görünüyorlardı.

Bu ilerleme kaynağını erkeklerden alamazdı; çünkü erkeklerin, günümüze kadar, edimli grup hâlinde evlenme tatlarından vazgeçmek, hiçbir zaman akıllarına bile gelmemiştir. Ancak kadınların iki-başlı-evliliğe geçişe meydan vermelerinden sonradır ki, erkekler sıkı tek-eşliliğe girebildiler – ama gerçekte, bu tek-eşlilik, yalnızca kadınlar içindir,” (Engels 1990: 58) saptaması Engels’in maddeciliğine yakışmayan (ve bu kez sorgusuzca Johann Jacob Bachofen’den devraldığı) “ahlakçı” bir açıklamadır.

  1. Toplumsal üretime katılmanın kadının kurtuluşuna ön koşul olduğuna dair aşırı vurgu. Bununla bağlantılı olarak proleter ailenin tek-yanlı yüceltilmesi.

Engels (Morgan’dan bağımsız olarak) erkeğin kamusal, kadının ise domestik alana mahkum edildiği, erkeğin üstünlüğüne dayanan ve kadın ile erkek arasında “sözüm ona özgür” bir akit ile gerçekleştirilen tekeşli burjuva ailesinin kadın için bir cendere olduğunu vurgular. Bu aile tipinin burjuva ideologların va’zettiği üzere “bireysel cinsel aşk” ile uzak yakın bir ilgisi yoktur. Erkeğin elinde toplanan mülkiyeti, erkeğe ait olduğu kesin olan çocuklara devretmenin bir aracıdır sadece. Eş seçiminde iktisadi kaygılar başattır.

Bu nedenledir ki “bireysel cinsel aşk” sadece devredecek bir mülkü olmayan, dolayısıyla bir arada olmalarının tek gerekçesi birbirlerine olan sevgileri olabilecek “proleter aile” için mümkündür:

“Cinsel aşk, ancak ezilen sınıflar içinde, yani günümüıde, proletarya içinde, kadınla kurulan ilişkilerin gerçek kuralı olabilir ve ancak proletarya içinde durum böyledir; bu ilişkiler toplum tarafından ister onaylansın, ister onaylanmasm. Ama burada, klasik tek-eşliliğin bütün temelleri yıkılmıştır. Proletaryada, tek-eşlilik ve erkek üstünlüğünün, kendisinin korunması ve mirasçılara geçmesi için kurulmuş olduğu hiçbir mülkiyet bulunmaz; öyleyse, bu sınıfta, erkek üstünlüğünü yararlı hâle getirmek için hiçbir uyarıcı yoktur.

Üstelik, hatta bunu sağlamak için gerekli araçlar bile eksiktir; bu üstünlüğü koruyan burjuva hukuku, yalnızca mülk sahipleri ve onların proleterlerle olan ilişkileri için mevcuttur; tuzluya oturur; öyleyse, para yokluğundan, işçinin karısı karşısındaki durumunda hiçbir geçerliliğe sahip değildir. İşçinin, karısı karşısındaki durumunda, koşullara göre, bambaşka kişisel ve toplumsal ilişkiler hüküm sürer. Ve üstelik büyük sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve fabrikaya gönderdiği, ve onu çoğunlukla ailenin desteği durumuna getirdiğinden beri, proleterin evinde, erkek üstünlüğünün son kalıntısı da temelini yitirmiş oldu – belki, tek-eşlilikle birlikte töreye girmiş bulunan, kadınlara karşı bir kabalık artığı hariç.

Böylece, Tanrının dünyevi ve uhrevi tüm kayrasına karşın ve hatta eşler arasında en tutkulu aşk ve en kesin bağlılık da olsa, proleter ailesi, artık terimin gerçek anlamında tek-eşli biçiminde bir aile değildir. Bundan ötürü tek-eşliliğin ayrılmaz yoldaşları: hetairisme ve eşaldatma, proleter aile içinde ancak ve her zaman çok silik bir rol oynar; kadın, boşanma hakkını gerçekte yeniden elde etmiştir; eğer birbirine dayanamaz bir duruma gelinirse, ayrılmak yeğ tutulur.. Sözün kısası, proletarya evliliği, sözcüğün etimolojik anlamında tek-eşli biçimindedir, ama tarihsel anlamında, asla tek-eşli biçiminde değildir.” (Engels 1990; 76-77)

Bu, kadın ve çocukların yığınsal olarak sınaî üretime çekilmesi ve sefalet ücretleri karşılığında günde 15-16 saat berbat çalışma koşullarında çalışmaya zorlanmasının, bu koşullarda fabrikada çalışamayacak kadar küçük çocukların sokağa teslim edilmesinin, yoksulluk ve yoksunluk koşullarının evi terk, alkolizm ve fuhuş gibi belaları proleter ailenin başına nasıl sardığını İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda (1845) canlı bir dille betimleyen Engels için aşırı “iyimser” bir pasajdır.

Dahası, bir yeniden üretim locus’u olarak ailenin ideolojik yeniden üretimindeki rolünü gözden kaçırır. Şöyle ki:

“Proletaryanın ve işgücünün yeniden üretiminin iki veçhesi var. ‘Geleneksel’ kapitalist ailede erkek işçinin gündelik hayatta kalabilmesi – ertesi gün patronu için etkin bir şekilde çalışabilmek için gereken yemesi, uyuması, sağlığını koruması ve sadece gevşemesi- için karısı yemek pişirir, evi temizler, çamaşır yıkar ve daha düşük maliyetlerle bakımı sağlar. İkinci veçhe, bir kuşak işgücünün yerini ertesi kuşağa bırakması kadının doğum yapma biyolojik rolünü ve çocukları yetiştirme toplumsal rolünü içerir. (…) Kapitalizm kadının ‘birincil’ rolünün ev işleri olduğu ideolojisinden, bir işçi olarak ücretini ve haklarını kısıtlamak üzere yararlanır… Gerçekte kapitalizm geçmişteki gerici biçim ve fikirleri alıp kendi gereksinimlerini karşılayacak biçimde yeniden kalıba dökme becerisini gösterdi. Bu, sistemin bir dizi maddi (ve ideolojik) gereksinimiyle uyarlı kadınlar üzerindeki tahakküm konusunda büsbütün böyledir.” (Women and the Capitalist Family)

Bir başka deyişle, kapitalizm koşullarında proleter erkek ve kadınlar, “mülksüz” olmakla burjuva tipi ailenin “ailelerin güçlerinin birleştirilmesi”, servetin kuşaklar arası aktarımı, ailenin şirket tarafından massedilmesi, geleceğin patronlarının en iyi koşullarda yetiştirilmesi gibi hesaplardan arîdir belki; ama yine de sistemin kendilerine yüklediği (ve çoğunluğu işçi kadınlar tarafından gerçekleştirilen) işgücünün yeniden üretimi, tüketimi sürdürmek (günümüzde her işçi ailesi ideal olarak bir taksitlerini yıllar boyu ödeyeceği bir televizyona, bir buzdolabına, bir çamaşır makinesine… vb. sahip olmalıdır), kredi kartı borçlarını ödemek, işini yitirme tehdidi altında profili düşük tutmak, ve proleter erkeğe tanınan tek hükümranlık alanı olarak karısının hizmetlerinden yararlanmak ve zaman zamak da hırsını ondan çıkarmak gibi “yüklerden” kaçınamazlar. Bireysel cinsel aşka fazla yer bırakmayan yükler…

 

AÖMDK’nin Değeri

 

Bütün bunlar doğrudur doğru olmasına, ama Engels’in yapıtının tarihsel önemini azaltmaz. Kimi döneminin bilgi dağarcığının kısıtlılığından, kimi Engels’in odaklarının farklılığından kaynaklanan bu eksiklik ve sınırlılıklar, Engels’in günümüz sosyalist kadın hareketine bıraktığı pusulanın önemini azaltmamalı. Jimenez (1987: 53-54)’in şu sözlerine katılmamak elde değil:

“Engels’in en önemli katkıları, bence şunlar: üretimin ikili karakteri kavrayışı; mülkiyet ve akrabalık sistemleri arasındaki ilişkinin merkeziliği, evliliğin iktisadî temeli ve aile ağlarının mülkiyet, mallar ve hizmetlerin dolaşım ve dağıtım kanalları olarak anlayabilmeye sağladığı katkı; sonuncu ve en önemlisi kapitalizm koşullarında cinsiyetler arası eşitliğe yapısal engellerin teşhisi ve cinsel eşitsizliğin maddi temelinin üretim tarzı düzleminde, üretim ilişkileriyle fiziksel ve toplumsal yeniden üretim ilişkileri arasındaki eklemlenmede aranması gerektiğine ilişkin kavrayışın önünü açacak kimi araçları kesinlikle sağlamıştır.”

Evet, ayrıntılarda boğulmaksızın, “yanlış avcılığı”na düşmeksizin, “AÖMDK bize ne öğretiyor?” sorusunun yanıtı birkaç başlık altında özetlenecek olursa…

– AÖMDK, maddi yaşamın üretiş tarzı ile toplumsal ilişkiler arasındaki çoğul ve çok katmanlı nedenselliğe dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, her türlü biyolojik temelli yaklaşımı reddeder.

Batı Akademia’sının olanca “kaba ekonomizm” eleştirilerine karşın, Engels, günün bilgi dağarcığı çerçevesinde maddi yaşamın üretiliş tarzı, ailenin biçimlenişi, mülkiyet ilişkileri ve toplumsal-siyasal örgütleniş biçimleri arasındaki etkileşime, üstelik de geniş bir coğrafyaya yayılmış örneklerden hareketle, dikkat çekmektedir.

Engels’in yaptığı, döneminin kadın-erkek ilişkilerindeki eşitsizliği biyolojik yapılanıştan kaynaklı, dolayısıyla da “doğal” kabul etme eğilimindeki başat görüşe meydan okumaktır. Günümüzde dahi bu yanılgıdan antropologların ve feministlerin pek çoğu kendini kurtarabilmiş değildir. Antropoloji alanında, örnekler Marksist antropolog Eleanor Burke Leacock’a Myths of Male Dominance (Eril Tahakküm Mitosları) başlıklı bir kitap yazdıracak kadar boldur. İşte birkaç örnek:

“Babun kuzenlerimiz gibi uzmanlaşmış olmadığımızdan, kadınların denetimi ve mübadelesini içeren çözümler tasarlamak zorunda kaldık.” (Robin Fox)

“İnsan toplumu… özünde eril bir toplumdur. (…) Kadınların mübadelesi insan toplumunun ‘neredeyse evrensel’ bir özelliğidir. (…) Tüm erkeklerde mevcut olan derin çokeşlilik eğilimi elde edilebilir kadın sayısını sınırlandırmaktadır.” (Claude Levi-Strauss) Levi-Strauss’a göre kadınlar insan toplumunun başından bu yana erkeklerin cinsel saldırganlığının edilgin kurbanları olagelmiştir.

“İlk toplumlar nüfus artışının çevreyi tüketmesini, ‘eril üstünlüğün’ kaynağı olan savaşlar ve kız çocukları öldürme aracılığıyla engel oluyorlardı.” (Marvin Harris) (Smith 1997)

Erkeğin “üstünlüğü”nün doğadan kaynaklandığı, pek çok feminist yazarın da paylaştığı kanıdır. Feminist antropolog Sherry Ortner (1974), “kült” makalesinde kadının doğurma yetisinin onu “doğa”ya yaklaştırdığını, buna karşılık erkeğin savaş yetisinin onu “kültür” alanına taşıdığını savunur. (AÖMDK’dan 90 yıl sonra!) Bu temelde, “her yerde, bütün bilinen kültürlerde kadınların erkeklerden şu ya da bu ölçüde daha aşağıda sayıldığı”nı ileri sürer.

“Ne ki en saltık biçimiyle, feminist kuramın büyük bölümü -erimi yalnızca yazarlarının imgelemiyle sınırlı olan- bir sayıltıya dayanmaktadır. Yazarın kim olduğuna bağlı olarak erkekler kadınlara tahakküm etmektedir çünkü onların çocuk doğurma yetilerinden nefret ederler – ya da bu yetilerini kıskanırlar. Erkekler kadınlara tahakküm eder çünkü uzun zaman önce yıkılan güçlü bir anaerki oluşturmuşlardır ya da erkekler her zaman tiranca bir ataerkiyle yönete gelmişlerdir. (…) Susan Brownmiller erkeğin kadına tecavüz etme yetisinin kadınlara tecavüz etme eğilimine yol açtığını söyler ve bunun nasıl kadınlar üzerinde eril tahakküme ve erkek egemenliğine yol verdiğini anlatır. Elizabeth Fisher hayvanların evcilleştirilmesinin, erkekleri kadınlara tecavüz etme fikrine sürüklediğini yazar. Hayvan evcilleştirmeyle bağlantılı şiddetin erkeklerin cinsel tahakkümüne yol açtığını ve saldırganlığı kurumsallaştırdığını söyler. Daha yakın zaman önce Mary O’Brien eril tahakkümün kökenini erkeklerin çocuk doğurma yetisinden yoksun olmalarını tahakküm kurumları inşa ederek telafi etme yolundaki psikolojik gereksinimlerine bağlamış ve tıpkı Fisher gibi bu “keşfi” hayvanların evcilleştirilmesine dek götürmüştü…” (Smith 1997)

Oysa Engels (kadınlar üzerindeki) sömürü ve tahakkümün doğanın, genlerimizin, biyolojinin ya da eril kaprislerin vb. değil, toplumsal ilişkilerdeki, insanların geçimlerini sağlama faaliyetlerindeki değişimlerin yol açtığı dönüşümlerin ürünü olduğunu bu literatürden 90-100 yıl kadar önce göstermişti. Kadınların eril tahakküm altına alınması (üretim araçları: toprak, sürüler, sulama kanallarının denetimi… üzerindeki) mülkiyetten yoksun kalan çoğunluğun azınlığın sınıfsal sömürüsü altına alınmasıyla atbaşı gitmiştir. Bu, her türlü biyolojik belirlenimciliğin inkârıdır. (McGregor 2021)

– Engels’in bir diğer önemli katkısı, kadınların konumlarını üretim/yeniden üretim ilişkisi çerçevesinde açıklama girişimidir.

AÖMDK’nin birinci baskısına önsözden yukarıda da alıntılanan paragraf, açık biçimde Engels’in kadınlar üzerindeki eril tahakkümün onları (üretim içerisindeki rol ve ağırlıkları ne olursa olsun) “yeniden üretim” faaliyetleriyle yükümlü kılan (ve “biyolojik” ya da “doğal” değil, “kültürel/ideolojik” damgalı – Engels’in ihmal ettiği bir vurgunun bu olduğuna değinmiştim) işbölümü olduğunu vurgular. Kadın “cinsinin tarihsel olarak yenilgiye uğradığı” alan, onun yeniden üretimci rolü üstlendiği “domestik alan”, yani ailedir. Bu nedenledir ki, kamusal-domestik ayırımının hiçbir anlam ifade etmediği, “aile”nin bir toplumsal örgütleniş ilkesini oluşturmadığı[9], kadınların geçim faaliyetlerinde önemli roller üstlendiği ve çocukların bakımı dâhil tüm faaliyetlerin, muğlak ve geçirgen bir işbölümü çerçevesinde paylaşıldığı[10] avcı-toplayıcı toplumlarda, kadınlar tarımcı ya da sınai-kapitalist toplumlarındaki hemcinslerine göre çok daha özerk bir konumdadır. Bu örgütleniş tipinin zıt kutbunda ise, özel mülkiyetin kurumsallaştığı, kamusal-domestik alan ayrımının netleştiği, kadınların (üretken faaliyetlere katılımları ne olursa olsun) domestik alanla yükümlü olduğu, yönetim sisteminin (kamusal alan) kurumsallaştığı ve eril bir alan olarak tezahür ettiği ilk sınıflı toplumlar yer alır: sulamalı tarıma dayalı, küçük bir azınlığın temellük edebileceği bir artı ürün üreten -yani sınıflara bölünmüş- yöneten-yönetilen ayırımının kurumsallaştığı ilk site devletler.

Şu hâlde, burada bir parantez açıp, günün bilgi dağarcığı çerçevesinde, ara (geçiş) formlarında neler olmuş olabileceğine bakmak gerek.

İnsanlık tarihinin büyük bölümü (ilk insansılardan bu yana milyonlarca yıl; türümüz Homo Sapiens Sapiens’i temel alacak olursak, 30-40 bin yıl) avcı toplayıcılıkla geçti. Ve gördüğümüz gibi göçer bir yaşam tarzı sürdüren, toprakla kalıcı bir ilişkileri olmayan avcı-toplayıcıların (günümüzde gözlemlenebilmiş örneklerinde de görüldüğü üzere) korporat, yapılandırılmış soy gruplarına ihtiyaçları yoktu.[11]

Yapılandırılmış, mensuplarının birbirlerine karşı görevleri ve toplumsal işbölümü içindeki konumları daha belirgin olan soy grupları (Morgan ve Engels’in “gens”lerı) küçük ölçekli tarımcılarda ortaya çıkar. Bu soy grupları, soy hattını anne (anayanlı) ya da baba (atayanlı) tarafından izleyebilirler, ancak soy genellikle tek hatlıdır. Buna koşut olarak yerleşim örüntüsü anayerli ya da atayerli olabilir; bir başka deyişle ya kadınlar kendi soy gruplarından ayrılarak kocalarının köyüne yerleşir, onun soy grubuna dâhil olurlar ya da erkekler kendi soy gruplarından ayrılarak karılarının köyüne yerleşip, onun soy grubuna dâhil olurlar. İlk örüntü, hortikültüralist kabileler arasında savaş oldukça yaygın bir uygulama olduğundan, grup açısından daha avantajlı olmuş olmalı, antropologların gözlemleme olanağını bulduğu hortikültüralist toplumların önemli bölümü atayanlı ve atayerlidir. Aynı topluluk içinde doğup büyümüş, birbiriyle yakın ilişki içindeki erkek grubunun savaş durumunda farklı soy gruplarından gelmiş, birbirine “yabancı” bir erkek topluluğuna göre daha başarılı olacağnı ve bunun atayanlı/ atayerli gruplar için bir avantaj sağlamış olabileceğini düşünüyorum. Hiç kuşku yok ki atayanlılıkta bu toplulukların her birinin artık kaçınılmaz olarak bir ulus-devletin sınırları içinde yer alıyor olmasının ve “uygarlık”la uzun süredir temas hâlinde olmasının payı da büyüktür.

Her durumda, günümüzde hortikültüralistler, ormanların çeper alanlarında, basit bir teknoloji kullanarak yağışa bağlı, kes-yak (slash-and burn) tipi tarımla sağlamaktadırlar geçimlerini. Orman ya da savan alanların bir bölümünü yakarak tarıma açarlar ve topraklar verimini yitirene dek (ki genellikle 10-15 yıllık bir çevrimdir bu) yalın bir teknolojiyle yaptıkları ekme-dikme faaliyetleriyle geçinirler. Toprak verimini yitirdiğinde, onu nadasa bırakıp köy ya da mezralarını yeni açtıkları alana taşıyabilir ya da eski konumlarından yeni alana gidip gelmeyi tercih edebilirler. Verim düşüktür, bir artı ürün edinme imkânı sınırlıdır. Genellikle avcılık-toplayıcılık, balıkçılık ve kimi durumda evcil küçükbaş ya da kümes hayvanlarıyla desteklerler diyetlerini.

Her ne kadar “büyük adam” “soy grubu önderi” gibi karmaşıklaşan toplumsal ve toplumlararası ilişkileri yönetecek farklılaşmış statüler ihtiva etse de hortikültüralistler genelde eşitlikçi toplumlardır. Yönetici konumlara erişim ırsi değildir, çoğu durumda soy grubu atalarından oluşan “önderler”in iradelerini dayatacak araçları yoktur, yalnızca “ikna” ve fiili örnek oluşturma yoluyla koruyabilirler pozisyonlarını. Dahası tekil hanelerin zenginleşmesine karşı “eşitleyici ayinler” olan potlach’ın tipik örneğini oluşturduğu ritüel önlemleri vardır: oluşabilecek ürün fazlası, davet sahibine prestij kazandıran ve bir gün mutlaka mukabele edilecek bir “şölen”le topluluklar arasında yeniden dağıtıma tabi tutulur.

Hortikültürel faaliyetler bireysel haneler temelinde sürdürülse de, topraklar topluluğa aittir; toprağa erişim, soy grubu üyeliğinden geçer. Soy grubunun bu toplumlarda önem kazanmış olmasının nedeni tam da budur. Esnek, bileşimi sürekli değişkenlik gösteren avcı-toplayıcı takımların tersine, soy grubunun personeli sabittir: ortak bir atadan gelen kadın ya da erkekler ve onların (dışarıdan gelen) eşleriyle çocuklar…

Bu durum Fransız Marksist antropolog Claude Meillassoux (1981)’nun dikkat çektiği kritik bir eşiğe işaret etmektedir. Meillassoux’ya göre topluluğun (avcı-toplayıcıların tersine) toprakla kalıcı bir ilişki kurması, yani onu bir “emek aracı” olarak kullanması, daha kalıcı ve istikrarlı bir toplumsal örgütlenişi gerektirmektedir. Böylece akrabalık ilişkileri hortikültüralistlerin toplumsal örgütlenmelerinin olmazsa olmazı hâline gelir. “Akrabalık ilişkileri doğumla dayatılır; yaşam boyu sürerler, buyurgan ve soyutturlar ve bireyin üretim ve yeniden üretim ilişkilerindeki konumu, yaşamının farklı evrelerinde onlar üzerine temellenir. (…) (Hortikültüralist toplumlarda) bireyler içine doğdukları soyun sınırları dâhilinde toplumsal yeniden üretimin kurulu normlarına tabidirler (…) ve toplumsal üyelik bir kuşaktan diğerine aktarılır.” (Meillassoux 1981: 18) Hortikültüralist toplumlar, “emek aracı” olan, yani kolektif çabayla işleyip ürünleri devşirerek temellük ettikleri toprakla kalıcı ve istikrarlı ilişkiyi, ancak grup istikrar ve süreğenliğini temin ederek güvence altına alabileceklerdir. Bunun için, fiktif ya da gerçek ortak bir (kadın ya da erkek) atanın soyundan gelen akrabalar topluluğunun (soy grubu) mevcudiyeti gerekmektedir. Ortak bir atadan geldiklerini öne sürerek üretim ve yeniden üretim faaliyetlerini kolektif çabayla sürdüren “soy grubu”, Meillassoux’nun tabiriyle “domestik üretim birimi”dir.

Meillassoux’nun “domestik toplum” modeli, büyük ölçüde atayanlı/atayerli hortikültüralist toplumlardır. Dışevlilik, normdur; başka topluluklardan mübadele edilen kadınlar, kocalarının grubuna dâhil olmaktadırlar. Soyun sürdürümü grubun kalıcılığı açısından önem taşıdığı ölçüde, soyun sürdürücüsü, yani grubun yeniden üreticisi kadınlar önem kazanır; ancak bu, kadınlara ayrıcalıklar sağlayan değil, tam tersine, onların emeği ve cinselliği üzerindeki denetimi zorunlu kılan bir önemdir. Grubun toprakta çalışacak daha fazla emek gücüne ihtiyacı vardır: hortikültürün sağladığı nişastalı besinlerin doğurganlık oranını arttırdığı kadınların gruba sağlayabileceği bir şey… Kadınların yalnız çalışma kapasiteleri değil, bedenleri de topluluk nezdinde önem kazanmıştır. Toplulukların simge sistemleri yeniden üretim/üreme işlevini vurgulayacak tarzda düzenlenir: bereket kültleri, karmaşık evlilik törenleri, başlık, kadının konumunun doğurganlık çevrimi içerisindeki konumuna göre değişmesi, zina ve gayrımeşru çocuklara yönelik kaygılar, cinsel kısıtlamalar… avcı-toplayıcılarda yalın ve merasimsiz bir ilişki olan çiftleşmeyi girift ve vurgulu bir süreç olarak yeni bir kalıba döker.

Bir yandan kadınların başka gruplarla mübadelesi, bir yandan giderek karmaşık ve zamana yayılan bir süreç hâline gelen üretim ve dağıtımın örgütlenmesi, hortikültüralist toplumlarda idarî bir konumu gerektirmektedir. Grup mensupları arasında servet açısından bir farklılaşma olmadığı ölçüde, bu yetke pozisyonu, grubun yaşlılarına düşecektir; grubun özgün yerlileri, yaşayan ataları olan kıdemli erkeklere. Yaşlı erkekler, ya da tohum hâlindeki patriyarklar, üretim, depolama, bölüşüm ve kadınların mübadelesini de içeren yeniden üretim süreçlerini denetlerler. Bir başka deyişle, grubun iktisadî ve siyasal süreçlerinde (henüz çekirdek hâlinde olan) yetke sahibidirler: ritüeller, mitoslar, din, büyü ve zaman zaman da şiddet eylemleriyle desteklenen ve özellikle topluluğun gençleri, en çok da genç kadınları üzerinde uygulanan bir otorite…

Kabilenin gençleri, özellikle de kadınlar üzerinde söz sahibi, yetkesi ritüel süreçlerle desteklenen ve hem üretim hem de yeniden üretim süreçlerini denetleyen bir patriyark: bölüşüm ilişkilerinde eşitsizliğe yöneliş için uygun bir ortamdır bu… Patriyarkal kabileden sınıflı-sömürücü topluma birkaç adımlık mesafe kalmıştır ve hiç kuşku yok ki kabilesel patriyark, prototipini Sümer site-devletlerinde gördüğümüz devlet yetkesi için elverişli bir örnek ve meşruiyet kaynağı sağlamaktadır.

Meillassoux’nun çağdaş hortikültüralistler arasındaki gözlem ve saptamaları önemlidir; günümüzden 8-10 bin yıl kadar önce, önce Ön Asya’da gerçekleşen ve kısa sürede yeryüzüne yayılan (Gordon Childe’nin deyişiyle) “neolitik devrim”in, bir başka deyişle tarıma geçişin toplumsal tabakalaşma, iktidar eşitsizlikleri, servet ve toplumsal cinsiyet ve sınıf farklılaşmalarını nasıl bağrında taşıdığını gösterir bize. Hiç kuşkusuz hortikültürle tanışan tüm topluluklar bir anda avcı-toplayıcı faaliyetlerden vazgeçmiş değildirler; kimileri sömürgeciler tarafından “keşfedildikleri”nde geçimlerini avlanarak ve yabanıl bitkileri toplayarak sürdürüyorlardı; bazı avcı-toplayıcılar günümüzden 40-50 yıl öncesine dek sürdürebilmişlerdir varlıklarını.

Ancak hortikültür, akrabalığın kaynaklara erişimin, üretimin örgütlenmesinin, işbölümünün, ürünlerin bölüşüm ve mübadelesinin temelini oluşturduğu yeni bir toplum tipine yol açmıştır. İşbirliği, dengeli karşılıklılık, yükümlülük ve sorumlulukların karşılıklılığı akraba (ya da hısım) birey ve gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen ve topluluğun genel eşitlikçi ethos’unu düzenleyen ilkelerdir. Ancak eşitsizliğin tohumları, artık (kadın-erkek ilişkilerinde) atılmıştır ve boy vermeyi beklemektedirler.

Eşitsizlikler, üretkenlik açısından farklılaşan kabileler arasında patlak vermiş olabilir. Eşitleyici ayinlerin yeterli olmadığı, “dengeli karşılıklılık” ilkesinin bozulduğu, bazı yaşlı önder ya da şeflerin prestijli konumlarının sağladığı avantajları kalıcılaştırma girişimlerinde bulunduğu, topluluklar arası yağma savaşlarının sıklaştığı bir ortamın eşitlikçi ethos’un tersyüz edildiği bir sürecin adımları olduğu öngörülebilir. “Bazı durumlarda,” diyor Thomas (2014), soy önderi pozisyonu kalıtsal hâle geldi ve daha tabakalı toplumlarda tam denetim sağlayamasalar da kaynaklara ayrıcalıklı erişim hakkı elde eden şefler ortaya çıktı. Tabakalaşma, hiyerarşi ve kaynaklara eşitsiz erişim mevcut yatay komünal örgütlenme ilkelerinin yanı başında ve onlarla çelişki içerisinde gelişecekti. Başat soy, grup, şef vb.’nin karşılıklılık yükümlülüğünden uzaklaştığı toplumlarda, bir ya da daha fazla toplumsal grubun, akrabalık yükümlülüklerine ya da denk karşılıklılık kuralına aldırış etmeden ürünün ve/veya diğerlerinin emeğinin bir kısmı ya da tamamını temellük etmesiyle sınıf farklılıklarının yolu döşenmiş olacaktı.”

Sulamalı tarım, koşım hayvanları ve sabanın (Yakın Doğu’da) devreye girmesinin sağladığı üretkenlik artışı, dolayısıyla da artık ürün, bu süreci hızlandırarak ilk sınıflı toplumların boygöstermesini hızlandırdı.

Bu verilerin ışığında, toplumlardaki erken eşitsizlik tohumlarının, kadınlarla erkekler arasında özgül bir soy grubu biçimlenişinde, atayanlı/atayerli soy gruplarında baş gösterdiğini öne sürmek, akla yakın gözüküyor. Bu gruplarda (henüz kurumsallaşmış iktidardan söz edilemese de) prestij konumlarını elinde tutan kabile (erkek) yaşlıları, kadınlar, gençler ve topluluğun ortak mülklerini denetlerken, aynı zamanda geleceğin patriyark/ monarkları için de erken bir örnek oluşturmaktaydılar. Üretim tekniklerinin gelişmesiyle birlikte sağlanan artık ürün çoğaldıkça, bölüşüm ilişkileri de giderek eşitsizliğe doğru kayacaktı.

Bu, hiç kuşkusuz bir günde oluşmadı. Arkeoloji kayıtlar Ön Asya’da ilk hortikültüralist köy ve mezraları günümüzden 10 bin yıl öncesine tarihlendirmemizi sağlıyorsa sınıfsal ayırımların yapısal bir görünüm arz ettiği, yöneten-yönetilen ikileminin doğrudan ortaya çıktığı, tarımsal artık üründen beslenen askeri-dinsel hiyerarşilerin belirginleştiği ve sınıfsal ayırımların mimaride hayat bulduğu ilk kentler, İ.Ö. 4000’lere tarihlenir.[12] Bir başka deyişle eşitsizlikler 4000 yılda kurumsallaşmıştır… Ve kadınla erkek arasındaki eşitsizlikle başlar…

Ve nihayet, AÖMDK’nin günümüzde sosyalistler ve kadın hareketi açısından taşıdığı son (ve kanımca en önemli) değere.

– AÖMDK, kadının kurtuluşunu toplumsal devrimle ilişkilendirir.

Engels, AÖMDK’de o yıllarda başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa ülkelerini kasıp kavuran feminist hareketlerden söz etmez. Ancak tüm yapıtı, kadınların mevcut (kapitalist) sistem içerisinde eşitliğe kavuşacaklarını önvarsayan burjuva feminizmine bir reddiyedir. Ona göre kadınlarla erkekler arasında gerçek anlamda eşitlik, kadınları domestik köleliğe mahkûm kılan monogamik ailenin temelini ve varlık nedenini teşkil eden özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı kolektivist bir sistemde gerçekleşebilecektir. Kapitalizm koşullarında kadınların toplumsal üretime yığınsal olarak katılması, böylesi bir olasılığın önünü açan bir gelişmedir; ancak bu, yeterli değildir. Gerek AÖMDK’de, gerekse 1885’de kaleme aldığı bir mektupta, kadınların kurtuluşunun ev işlerinin (bunu dilerseniz “yeniden üretim faaliyetleri” diye okuyalım) kolektivizasyonundan geçtiğini net bir dille ifade ediyor. “Kadınlarla erkekler arasındaki gerçek eşitliğin ancak sermayenin sömürüsünün ilga edildiği ve özel ev işlerinin kamusal bir sanayiye dönüştüğünde gerçekleşebileceğine inanıyorum,” diyor 1885 tarihli mektubunda. (Vogel 2013: 93-94) “Bu arada, koruyucu yasalar gerekli. Çalışan kadınların özel fizyolojik işlevlerinden dolayı kapitalist sömürüye karşı özel korumaya ihtiyacı olduğu bence aşikâr. Kapitalist üretim tarzının son yıllarında cinsiyetlerin mutlak formel eşitliğindense gelecek kuşakların sağlığını daha çok önemsediğimi itiraf etmeliyim.”

“Mutlak formel eşitlik”, kapitalizm koşullarında kadınların erkeklerle eşit temelde seçme-seçilme, eğitim mesleklere girme, miras haklarından yararlanma vb. talepleridir. “Koruyucu yasalar” ise, sınai üretime kitlesel olarak çekilen kadınların, sefalet ücretleri karşılığında, gün boyu iplik tozu vb. soludukları, zaman kaybetmemeleri için lokmalara ayrılmış yemeklerini iki büklüm yerken dahi günde 15-16 saat çalışmayı sürdürmek zorunda oldukları atölyelerde yitip gitmelerini önleyecek tedbirleri almaya patronların ve kapitalist devletin zorlanması…

Evet, hem çalışma koşullarını düzenlemenin üretim sürecinin gerçek aktörlerinin, yani emekçilerin eline geçtiği, hem de tarihin belirli bir momentinde (değersizleşerek ve özelleştirilerek) hemen tümüyle kadınların sırtına yıkılmış yeniden üretimin kolektifleştirilmesi… Bu, üretim tarzının yeniden üretim üzerindeki baskısına,[13] dolayısıyla da bilinen, deneyimlenen hâliyle tek-eşli aile kurumuna da son verecek, yaşamlarını nasıl örgütleyecekleri, kiminle, nasıl birliktelikler kuracakları, gelecek kuşakları nasıl biçimlendirecekleri, toplumlarının alacağı yön, vd’leri konusunda söz ve karar sahibi kadın ve erkeklerin biçimlenmesinin önünü açacak sosyalist bir devrimin mümkün kılacağı gelişmelerdir.

Ve Engels böyle bir olasılığa, 137 yıl öncesinden işaret etmektedir… Bu işareti ciddiye almak, kapitalizmin yaşamlarını tarumar ettiği, yalnız emeklerini değil, yaşamlarını, onurlarını, kimliklerini, düşlerini, dünyalarını sömürüp metalaştırdığı kadın ve erkekler için bir umuttur… Kadınlarla erkeklerin eşit ve özgür bir temelde, sömürüsüz, tahakkümsüz, sınıfsız ve kardeşçe bir dünya inşa edebilmelerinin umudu…

 

9 Ağustos 2021 09:22:12, Çeşme Köyü

 

KAYNAKÇA

Anonim (1989). “Women and the Capitalist Family”, Proletarian Revolution, sayı: 34. https://www.marxists.org/history/etol/newspape/socialistvoice/womenPR34.html

Chrysochou, Theopoula (Polina) (2013). “Engels and the Debate on Women’s Oppression”, “Engels’in bilim ve teknoloji tarihine katkısı” başlıklı sempozyuma sunulan tebliğ, (ICHSTM, 22-29 Temmuz 2013, Manchester Üniversitesi)

Cox, Judy (2020). “How Marx and Engels fought for women’s liberation”, International Socialism, 166. https://isj.org.uk/jcox-marx-engels-women-lib/

Diaz, Ariane (2018). “Engels and Women’s Oppression”, https://www.leftvoice.org/engels-and-women-s-oppression/

Endicott, Karen L. (2010) “Facets of Hunter-Gatherer Life in Cross-Cultural perspective Gender relations in hunter-gatherer societies”, The Cambridge Encyclopedia of Hunters and Gatherers, Richard B. Lee ve Richard Daly (der.) Cambridge University Press.

Engels, Friedrich (1990). Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni. Sol Yayınları. (9. baskı) 

Gimenez, Martha E. (1987). “Marxist and non-Marxist elements in Engels’ views on the oppression of women”. Engels Revisited, New Feminist Essays, Janet Sayers, Mary Evans ve Nanneke Redclift (der.), ss. 36-54

 Gingrich, Paul (2003). Marxian analysis of family and gender (Adams and Sydie, pp. 136-139) Sociology 250 ders notları, http://uregina.ca/~gingrich/250f503.htm

Ingold, Tim (2010), “On the social relations of the hunter-gatherer band”. ”, The Cambridge Encyclopedia of Hunters and Gatherers, Richard B. Lee ve Richard Daly (der.) Cambridge University Press.

MacKinnon, Catharine A. (1982). “Feminism, Marxism, Method, and the State: An Agenda for Theory” , Signs, c. 7, No. 3, Feminist Theory, ss. 515-544. The University of Chicago Press.

Maconachie, Moira (1987). “Engels, sexual divisions, and the family”, Engels Revisited, New Feminist Essays, Janet Sayers, Mary Evans ve Nanneke Redclift (der.), ss. 98-112.

Marx, Karl (1845). The German Ideology. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch01a.htm

McGregor, Sheila Margaret (2021). “Engels on women, the family, class and gender”, Human Geography, 00(0) 1-12.

Meillassoux, Claude (1981). Maidens, Meal and Money, Capitalism and the Domestic Community, Cambridge University Press.

Millett, Kate (1971). Sexual Politics. New York: Avon.

Morgan, Lewis H. (1948). Ancient Society or Researches in the Line of Human Progress from Savagery through Barbarism to Civilization. https://www.marxists.org/reference/archive/morgan-lewis/ancient-society/index.htm,

Ortner, Sherry B. (1974). Is female to male as nature is to culture? In M. Z. Rosaldo and L. Lamphere (eds), Woman, culture, and society. Stanford, CA: Stanford University Press, ss. 68-87.

Özbudun, Sibel (2020). “Sosyal Bilimlerde ‘Evrim’ Düşüncesi”, https://sibelozbudun.blogspot.com /2020/07/ sosyal-bilimlerde-evrim dusuncesi1.html#axzz72TPTTUy9.

Redclift, Nanneke (1987), “Rights in women: Kinship, culture, and materialism”, Engels Revisited, New Feminist Essays, Janet Sayers, Mary Evans ve Nanneke Redclift (der.), ss.113- 144, Routledge.

Sayers, Janet, M. Evans, N. Redclift (1987). “Introduction: Engels, socialism and feminism”, , Engels Revisited, New Feminist Essays, Janet Sayers, Mary Evans ve Nanneke Redclift (der.), ss. 1-10.

Smith, Sharon (1997). “Engels and the Origin of Women’s Oppression”, International Socialist Review no. 2.

Thomas, Christine (2014). “Engels and Women’s Liberation”, Socialist Alternative. https://www.socialistalternative.org/2014/09/04/engels-and-womens-liberation/

Vogel, Lise (2013). Marxism and the Oppression of Women, Toward a Unitary Theory, Haymarket Books.

Weikart, Richard (1994), “Marx, Engels, And The Abolition Of The Family”, History of European Ideas, c. 18, No. 5, ss. 657-672.

 

N O T L A R

[*] Friedrich Engels Üzerine Yazılar, Editör: Sezen Cilengir-Erdem Çevik-Hasan Ateş, SAV Yayınevi, 2023.

[1] Edip Cansever.

[2] Ne ki dönemin tüm sosyalistlerinin aile karşıtı olduğunu düşünmek hatalı olur. Örneğin 19. yüzyıl Fransız sosyalist ve anarşist çevreler üzerinde büyük etkisi olan Pierre Joseph Proudhon, geleneksel ailenin sıkı bir savunucusuydu. Anarşist Mikhail Bakunin de geleneksel aile değerlerine karşı eleştirel olmakla birlikte, kadın erkek ve çocuk(lar)dan oluşan gönüllü doğal ailenin geniş ailenin yerini almakta olduğunu, hoşnutlukla kaydediyordu. (Weikart 1994)

[3] “Morgan’ı okumadan önce Marx ve Engels insan toplumunun ailenin ortaya çıkışından önceki ilkel durumu konusunda spekülasyona girişmediler. Gerçekte, Alman İdeolojisi’nde ailenin insanlık tarihinin başlarından beri varolduğunu varsayıyorlardı. İnsanlar arasındaki ilk toplumsal ilişkiydi ve üreme ilişkisinden kaynaklanmaktaydı. Dahası, bütün ilkel halkların her bir aile için ayrı bir hane ve konuta sahip olduğunu farzediyorlardı. Marx ve Engels kadınlarla erkekler arasındaki cinsel ilişkinin ve bunun sonucu olan yavrunun aile ilişkilerini üreteceği fikrine itiraz etmemişlerdi ama anlatıları açıkça doğacıydı.” (Weikart 1994: 661)

[4] Ünsal Oskay tarafından çevrilip Eski Toplum başlığıyla yayınlanan Türkçe baskısı, Payel Yayınları’ndan çıkmıştır (1986). Vogel (2013: 80-84 ) bu yapıtın kısa ama yetkin bir özetini verir. (Türkçesi: Lise Vogel, Marksist Teoride Kadın, Pencere Yayınları, 1990, ss.81-85.)

[5] “Benim bu çalışmam, yitip giden dosturnun yapamadığı işin yerini, ancak güçsüz bir şekilde doldurabilir. Bununla birlikte, Marx’ın Morgan’dan çıkardığı bol sayıda özet arasında bulunan eleştiri notları elimin altında. Bu çalışmada, elden geldiğince, bu notları kullandım.” (“Birinci Baskıya Önsöz”, Engels 1990:11)

[6] Ancak 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında sosyalist cenahın Engels’i benimsemekte sözbirliği ettiği düşünülmemeli. Örneğin 20. yy. başlarında Alman SPD liderlerinden Kautsky ve Cunow, Engels’in burjuva “tekeşliliğine” gönülsüz de olsa atfettiği değer nedeniyle, “burjuva psikolojisi koktuğu”nu vurgularken, 1930’lar SSCB’sinde AÖMDK, “bireysel cinsel aşka inanç ve cinsel yaşam hakkının devletin erişimi dışında olması gerektiği”ni savunması ‘burjuvaca’ ve ‘sorumsuzluk’ olarak nitelenmekteydi. (Sayers, Evans, Redclift 1987: 2)

[7] “Toplumsal evrim” düşüncesi için bkz. Özbudun (2020).

[8] “Engels’in kadınların boyunduruk altına alınmasına değgin açıklaması çok basittir: kadınların domestik işlerden sorumlu olması ve faaliyetlerinin ona hasredilmesi, analık hukuku çağında hane içindeki üstün konumlarının nedenidir, ve aynı zamanda toplumda yeni servet biçimlerinden nasıl olup da dışlandıklarını ve erkekler karşısında madun bir konuma düştüklerini de açıklar. Oysa prekapitalist ve kapitalist-olmayan toplumlarda kadınların geçime katkıları üzerine araştırmalar onun bu anlatısına meydan okur. Bu araştırmalar ‘Yaşamın gereklerinin temini her zaman erkeğin işi olmuştur’ öncülünü çürütür.” (Maconachie 1987: 108)

[9] Avcı-toplayıclar, göçer ve toprağa bağlı olmayan bir yaşam sergilediklerinden genellikle birbirine gevşek bağlarla bağlı kadın, erkek ve çocuklardan oluşan çekirdek aileler biçiminde yaşar. Bu çekirdek aileler belirli dönemlerde takas, evlenme, kurak mevsimi geçirme vb. nedenlerle, yine gevşek ve değişken örgütlenmeler olan takım’lar hâlinde bir araya gelir. Bir takım akraba bireylerden oluşsa dahi, hortikültüralist toplumlarda göze çarpan kalıcı, korporat, yapılanmış soy grubu özelliğini göstermez. Dahası çift her seferinde farklı bir takıma katılmayı seçebilir: “Avcı-toplayıcılar üzerine gözlemler, onların sistemli biçimde kendi gruplarına ait olmayan bireylerle birlikte çalıştıklarını göstermektedir. ‘Bu işbirliği faaliyetlerinin önemi, bir çok avcı-toplayıcı toplumda kapsamlı bir eşitlikçi etikte ortaya çıkar.’ Avcı-toplayıcı toplumlar hangi nedenlerle daha fazla sayıda akraba-olmayan bireylerle ortaklaşırlar? Çünkü (…) erkeklerle kadınların grupların oluşumu konusunda karşılaştırılabilir bir etkisi olmaktadır. Dolayısıyla, simülasyon ve amprik gözlemler bir konuda hemfikirdir: bir çifti oluşturan her iki cinsiyetten ne kadar çok sayıda birey eşit düzlemde erkeğin ya da kadının grubunda yaşamaya karar verebilirse, bu kolektiflere katılan akraba-olmayan bireylerin sayısı da o denli fazla olur. Erkek egemenliği ve kadınların dağılımı üzerine temellenen güçlü hiyerarşik bir toplumsal örgütlenişten vazgeçerek, ilk insanlar böylelikle öncellerinden daha eşitlikçi bir sistemi seçmiş gözüküyorlar…” (Endicott 2010)

[10] “(Avcı-toplayıcı topluluklarda-b.n.) Kadınlar bebek ve küçük çocukların bakımında birincil rol oynarlar. Babalar da çeşitli ölçülerde yardımcı olur. Aka babalar çocuk bakımında önemli görevler üstlenir., Batek babalar da öyle. Andamanlılar çocukların yetiştirilmesinde erkeklerle kadınlara eşit sorumluluk yükler…” (Endicott, 2010)

[11] “Daha doğrusu, takım bağlamındaki akrabalık ilişkileri, ‘kabile’ toplumlarına değgin çalışmalarda alışık olduklarımızdan farklıdır. Formel olarak kurumsallaşmış toplumsal kural ve düzenlemeler yapısı dahilinde konum işgal edenlere düşen özgül görev ve yükümülüklerdense, besinin paylaşımı, konut, ahbaplık ve belleğe dayanırlar.” (Ingold 2010)

[12] Ancak yakın dönem araştırmaların bu kabullere meydan okuduğunu kaydetmeden geçmemeli. Örneğin, Van gölü kıyısında günümüzden 10 500-10 000 yıl kadar önce avcı toplayıcılar tarafından iskân edilen Çayönü tepesi bulguları. İlk hortikültürel faaliyetlerin günümüzden 10 bin yıl öncesine tarihlendiği Çayönü’nde, 9 300 yıl kadar önce koyunlerın evcilleştirildiği saptandı. Bu tarihten itibaren “bu yerleşim büyük bir kamusal alan ve içindekilerin sakinlerinin zenginler olduğunu gösteren ve aletlere rastlanmayan üç evle açık toplumsal farklılaşma emareleri sergiler. Batı tarafında ise daha düşük kalitede, küçük evler yer almaktadır; bunlar herhangi bir servet belirtisi göstermezler ama aletler bulunmaktadır ve sokaklarda çakmaktaşı ve obsidyen yongalarının depolandığı atölye kalıntıları bulunmuştur. Bir başka deyişle, çalışmadan mülk sahibi olan küçük bir grup ile, mülk sahibi olmadan çalışan geniş bir grup mevcuttur; yani sınıflar vardır. (…) Günümüzden 7300 yıl önce bir gün, büyük evler yıkılmış ve tüm yerleşim ateşe verildi. Yerine, Batıya doğru, herkesin çalıştığına değgin izler taşıyan aynı boyutta evler aldı. Bir başka deyişle, önceki eşitsiz toplumun yerini eşitlikçi bir toplum almıştı.” (McGregor 2021: 8)

[13] “Kapitalist koşullarda, hiçbir toplumsal sınıf ya da katman üretim tarzının fiziksel ve toplumsal yeniden üretim tarzı üzerine uyguladığı belirlenimden bağışık değildir.” (Gimenez, 1987: 55)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir