Güney’in Yılmaz’ı

Analiz

Written by:

Serkan, Koray, Metin, Barış, Seçkin, Murat, Talip, Cem, Tarık ve hatta Kanatlı bile olmasına rağmen ne tuhaftır ki benden başka hiçbir Güney yoktu benim çocukluk ve gençlikteki arkadaş portföyümün içerisinde. Çevremdeki hemen hemen her arkadaşımın en az bir adaşı varken ya da bir yerlerde adaşlarının olduğu duyulmuşken; sanki ben doğduktan sonra bizimkiler “yüklü bir meblağ” karşılığında Güney isminin tüm “üst kullanım” haklarını tek başlarına satın almışlar ve bu ismi başkalarına tümüyle kapatmışlar gibi ne taşındığımız mahallelerde ne de okuduğum okullarda benim dışımda bir başka Güney’le karşılaşma imkanına hiçbir zaman sahip olamamıştım ben. Ki zaten tahmin ediyorum ki adımın başına alelacele Uğur isminin lehimlenmesindeki temel motivasyon da, ilerki hayatımda adaşlık konusunda yaşayacağım bu olası “kuraklığa” ya da yalnızlığa diğer popüler bir isimle bir nebze de olsa çare olmak çabasıyla olmuştu.

Beni o dünlerdeki arkadaşlarımın arasında en azından “isim bazında” bu kadar ayrıksılığa mahkum kılan yegane faktörün aslında ne olduğuna, neden 70’li yılların sonunda ve 80’li yılların hemen başında doğan akranım çocuklara Güney isminin bu kadar zor ve az verilebildiğine ya da hemen hemen hiç verilmediğine dair bütün o bıktırıcı, sonu gelmeyen ısrarlı sorularıma rağmen 12 Eylül faşist darbesinin korkusunu üzerlerinden hala atamamış olan aile büyüklerimden hiçbirisinin o soruların cevaplarını bana vermeye bir türlü yanaşmamalarıyla birlikte artık anlamıştım ki, kafamda yıllardır fillerin tepişmesine sebebiyet veren o ağır sorularımın cevaplarını kendimden başka bana hiç kimse, hiçbir zaman veremeyecekti.

Evet, güzel bir ismim hatta “isim setim” olduğuna kuşku yoktu, ayrıca doğduğum ve yaşadığım yer olan güzel Adanamızla da fevkalade uyumluydu adım, bu konuda aileme son derece müteşekkirdim, ancak neden sadece bende vardı bu isim ve en önemlisi de bunun sebebini neden kimse bana bir türlü anlatmıyordu? Onları bu kadar korkutan, ağzı sıkı İtalyan mafya üyeleri gibi konuya dair sessizlik yemini etmelerine neden olan şey ne olabilirdi? Bunu öğrenmek için her şeyi yapmalıydım.

İşte geçmişime itinayla damga vuran bu “adaşlık kuraklığımın” sebeb-i hikmetini araştırırken tanışmıştım hem isim babam hem de hemşehrim olan büyük sinemacı, usta insan Yılmaz Güney’le. “Aynı zamanda hem zenci hem de nispeten bilinçli olmak, neredeyse her zaman öfkeli olmaktır.” yazan Amerikalı ünlü siyahi yazar James Baldwin’in bu muhteşem tespitinde olduğu gibi, meğer kendisi aynı zamanda hem Kürt hem solcu ve neredeyse her zaman yürekli olması hasebiyle toplum nazarında her daim uzak durulması gereken ağır bir şüpheliye dönüştüğü içinmiş ergenlikte sorulan bütün o meraklı sorularımın korkuyla geçiştirilerek bu kadar cevapsız, bu kadar kimsesiz bırakılması ve bana sürekli olarak tek adresin apolitik Uğur’un gösterilmesi!..

Elbette 90’ların hemen başında internet henüz ortada olmadığı için onun özellikle de siyasi filmlerinden daha çok yazılarına, hakkında yazılan kitaplara, haberleri çıkan dergilere ulaşarak kendisini tanımaya ve felsefesini anlamaya çalışmıştım. Ancak benim ve de benim gibi kendisini tanımak isteyen 80 kuşağının Yılmaz Güney’le asıl tanışmaları ve kendisini iliklerine kadar hissetmeleri onun ödüllü filmi Yol’un uzun yıllar sonra memleket sinemalarında yeniden (belki de ilk kez bilemiyorum) gösterime girmesiyle olmuştu.

Sanki onun sadece filmini izlemeye değil de, aynı zamanda kendisiyle tanışarak 2 Adanalı, 2 solcu ve 2 Güney olarak birlikte az biraz hasbıhal edecekmiş gibi en şık kıyafetlerimi giyinerek büyük bir heyecanla Adana Arı Sineması’ndaki akşam seansına koştuğumu sanki dün yaşanmışcasına gayet net bir biçimde anımsıyorum. Tıpkı o müthiş, o inanılmaz filmin bitmesiyle birlikte sanki oturduğum koltuğa tüm bedenim ve ruhumla çivilenmişim gibi yerimden kalkmayı bir türlü beceremeyerek filmde bayram izniyle çıktıkları mapushaneye geri dönemeyen mahkumlardan birisinin de, yavaş yavaş aydınlanmaya başlayan o emektar sinema salonunda ben olup çıktığımı anımsadığım gibi..

Doğrusunu söylemek gerekirse ben o mucizevi ana kadar Yılmaz Güney’i yeterince gördüğümü, okuduğumu, dinlediğimi ve anladığımı düşünüyordum. Çocukluktan ergenliğe taşıdığım bütün o sakıncalı sorularımın cevaplarını bulmuştum işte. Fazlasına ne gerek vardı? Ancak Yol ve Sürü gibi bu toprakların görmüş olduğu tartışmasız en muhteşem “sanatsal ağıtlar”la karşılaşınca anlamıştım ki, benim ulaştığım Yılmaz Güney, Güney’in Yılmaz’ının sadece kısa bir fragmanıymış, yetersiz bir önsözüymüş.

Meğer, bana töreyi, kadını, aşkı, acıyı, pişmanlığı, sömürüyü, adaleti, çileyi, cehaleti, direnci, gözyaşını, hasreti, hakkı ve hakkaniyeti anlatan ve şimdi olduğu gibi soluksuz yazdıran…O sinema salonunda büyülenmiş bir şekilde otururken salonda bulunan herkese adımın Güney olduğunu, Yılmaz Güney’in Güney’i olduğunu ve bununla da gurur duyduğumu, onur duyduğumu söyleten ve hatta bunu gönül dolusu haykırtan…Tek başına da kalsam doğrunun yanında olmamı, ezenin değil, ezilenin, devletin değil, halkın, güçlünün değil, haklının yanında saf tutmamı öğütleyen, adeta ezberleten…İyi bir insan, iyi bir adam olmayı hiçbir zaman beceremesem de, kimsenin adamı olmamam gerektiğini anlatan…Yılmamanın, diz çökmemenin, boyun eğmemenin simgesi, abidesi haline dönüşen malum yiğitlerin kara kalem resimlerini yaptıran, onların hikayelerini şimdi olduğu gibi gözyaşlarıyla yazdıran, kavgalarına, hasretlerine, sevinçlerine, acılarına ortak eyleyen Yılmaz Güney’le, Güney’in Yılmaz’ı ile karşılaşmam için Sürü’de o trenin içerisinde geçen çileli yolculukta benim de yer almam ve Yol’da o mapushane griliğine geri dönemeyen mahkumlardan birisi olmam gerekiyormuş.

Usta insan Yılmaz Güney’in anısına saygıyla.

Uğur Güney Subaşı

One Reply to “Güney’in Yılmaz’ı”

  1. Muharrem AKTAS dedi ki:

    Hem zenci hemde bilinçli kalabilmek temennisiyle kaleminize sağlık üstadım

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir