ENDER ÖNDEŞ’İN YİRMİ ÖYKÜSÜ

AnalizEdebiyat

Written by:

                                                                                                                                                                                                                                                 SİBEL ÖZBUDUN

 

“Kısa bir öyküdür hayat;

uğrunu upuzun acılar çektiğimiz.”[1]

 

Bugün korkunç bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizim yazdığımız, gördüğümüz ne ki?…”

Böyle gerekçelendiriyor o kısacık ama insanı sersemleten öykülerini, yeni çıkan kitabı[2] üzerine söyleşide,[3] Ender Öndeş…

Kısacık… Gerçekten de öyle. Her biri, el kadar kitabın 3-4 sayfasına sığıyor. Ama sersemletici… Yirmi öyküde onlarca yaşam açımlanıyor gözlerinizin önünde… Her birinin sırrına ancak el yordamıyla, sezerek varabileceğiniz yaşamlar… O da ancak öykünün son satırını okuduğunuzda… Siz okumakla meşgulken yazarın -yo hayır, serimlediği yaşamların- sizi adım adım, kat be kat vardırmak istediği girdabın içinde buluveriyorsunuz kendinizi…

Ne yaşamlar ama…

Hoyrat ellerde örselenen can paresi, kızının tecavüzcüsünü cezalandırmak üzere eski bir ilişkisi üzerinden silah temin eden bir eski devrimci…

“Babacan” bir patronun kaprisi yüzünden yatalak kalmış kocasını otuzbeş yıl boyunca elleriyle yedirip altını temizleyen beslemenin, tüm ezikliğinin, harcanmış yaşamının öcünü bir anda yatakta yatan külçenin beynini dağıtarak alması…

Bombalanan bir miting, biber gazlarıyla yetişen polisler, parça parça olmaktan belki de kamyonun altında kalması sayesinde kurtuldukları öfkeli kocanın yüzünü gözünü dağıttığı kadının yaşadığı apartmana sığınan kadın göstericiler ve hepsine birden kucağını ve yüreğini açan bir yaşlı kadının bir anlığına kesişen hayatları…

Gecenin bir yarısı, işkence görmüş bedeni bir mezarlığın duvarında kurşuna dizilen bir “fail-i meçhul” ve olaya tanıklık eden kesif korku…

Kendisine tek güvenen yoldaşını “satmak” zorunda kalan, örgütünün kuşkulandığı bir devrimcinin yıllar sonra eski yoldaşın oğluna açılıvermesi…

Babası öldüğünde annesiyle evlenen amcadan alınan gecikmeli intikam… Karlı dağlara şehit verdiği oğlunun ardından yedi gün boyunca yün ören ananın tekil yası…

Bedenleri tanınmayacak kertede parçalanmış evlatlarından herhangi birini “oğul” diye toprağa veren Kürdistan ananın aldanmayı gönüllü kabullenmişliği… Son çukuru mezarı olan bir filozof-defineci…

Kimin emriyle, ne için, hangi “suç” yüzünden gözaltına alınacağını kendisini alacak polisin bile bilmediği bir Külkedisi…

  1. Ender Öndeş bir gazeteci. Ama bir bombalamada, ya da bir trafik kazasında bedenleri parçalanmış yaralıların fotoğraflarını çekip “Flaş! Flaş! Flaş!” kıvamında manşet atanlardan değil, onlara yardım etmek için çırpınanlardan. Mağdurluğun, acı çekmenin, acımanın, öfkenin, tutkunun, pişmanlığın, nafile beklemenin, coşkunun, korkunun…

Velhasıl insanlar nasıl davranıyorsa onları öyle davranmaya sevk eden duygu yoğunluklarının nasıl acıttığını bilenlerden. Objektifin karşısındakinin kuru bir “haber”den ibaret olmadığını, nedeni ancak tabaka tabaka eşelenerek çıkartılabilecek bir muamma olduğunun bilincinde olanlardan. Bu nedenledir ki gazeteciliğin bitip öykücülüğün başladığı sınırda duruyor. Ve nicedir içinde debelendiğimiz şeametin kuytusunda yalnız olmadığımıza, kendilerince sessizce acı çeken, öfkelenen, çırpınan, teslim olan, direnen, başkaldıran milyonların varlığına ayna tutuyor, yirmi öykülük kesitte…

Korkunç bir coğrafyada yaşıyoruz, gerçekten. Bu yüzdendir ki Ender Öndeş’in öyküleri en “sürprizli” finalde dahi, örneğin O. Henry’ninkiler gibi tatlı tatlı gülümsetmiyorlar sizi. Sersemletiyor, soluğunuzu kesiyor, canınızı acıtıyorlar…

Eline, yüreğine, kalemine sağlık, “Ender Abi”. Dilerim bir gün insanın yüreğini ferahlatan, tatlı tatlı gülümseten öyküler yazman nasip olur. Dilerim mezarlık diplerinde ölülerin kurşuna dizilmediği, Kürt dayıların yeğenlerinin ölüsünü parçalanmış bedenler arasından seçmek zorunda kalmadığı, kimsenin iş bulmak için kimseye ağız eğmek zorunda kalmadığı, hiçbir kadının dayak yemediği, tecavüze uğramadığı, kimsenin kimseyi “satmadığı” günlerde yaşarız… Dilerim o gün Külkedisi’nin kapısını çalan polis değil, sevdalısı olur…

“Son söz” de Salman Rüşdi’den: “Bütün öyküler, olabilecekleri öykülerin hayaletlerinin istilası altındadırlar”…

 

22 Kasım 2020 18:30:30, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Newroz, Aralık 2020…

[1] Yılmaz Odabaşı.

[2] M. Ender Öndeş, Yedinci Günün Sabahında, Nota Bene Yay., 2020, 125 sayfa.

[3] Reyhan Hacıoğlu, “M. Ender Öndeş ile Söyleşi: Hikâye Aslında Gelmeyen O Şeker”, Yeni Yaşam, 25 Ekim 2020, s.9.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir