Çökülen Betondan Çökülen Zamana

AnalizPolitika

Written by:

Sanki şehrin merkezinde yeni stadyum için hiç uygun yer kalmamış gibi nedense şehrin oldukça dışına yapılan ve bu sebeple de maç günlerinde Adana halkının futbolun heyecanını yaşamasına mani olan yeni Adana Stadyumunun Adanaspor’a ayrılan tribünlerine şimdilerde sadece “vakit geçirmek” için maça gelen bir avuç ergen taraftar rağbet ediyor olsa da, o mutlu ve huzurlu dünlerde Adanaspor’un hemen hemen her iç saha maçı öncesinde maçı iyi bir yerden izlemek isteyen fanatik Adanasporlular, Çukurova’nın o meşhur “tablacı kebabı” dumanlarıyla sisli bir Londra sabahını andıran uzun bilet kuyruklarına maç saatinden saatler önce girerek hem o yıllarda aynı statta oynanan PAF ligi maçlarını büyük bir ilgiyle takip ederlerdi hem de maç başlamasına yakın iyiden iyiye yoğunlaşan tribünlerde “kendinden gergin” asabi Adanalıların karıştığı o beklenen yer kavgalarından uzak kalmayı başarırlardı!

Dolayısıyla maçlara düzenli olarak giden tecrübeli “papaz taraftarlar” tribünlerin en arkalarına, yani maraton tribününün en üst kısımlarına saatler öncesinde konuşlanırken; bu taraftarların aksine maç saatine yakın maçlara gelen; bu sebeple de kendilerine sadece tribünlerin alt kısımlarında ya da merdiven boşluklarında yer bulabilen acemi taraftarlar ise, Adanaspor’un her tehlikeli atağında heyecanlanarak sürekli olarak ayağa kalktıkları için diğer taraftarların görüş açılarını dönemin Meksika 86 ruhuna uygun olarak “dalga dalga” kapanmasına sebep olurlardı.

Bu acemi taraftarlara ilk uyarı “Alooo, çökün laannn, lan çöksene!” şeklinde olurken; çökmeyerek posizyonu ısrarla ayakta seyretmeye ve diğerlerine de seyrettirmemeye devam eden dalgınlığın doruğundaki bu şaşkın taraftarlara ya plastik su şişesi ya da bir şekilde stada sokulan yüklüce bozuk para fırlatılırdı arka cepheden!

İnsanların “zorla da olsa” beton zemine çöktükleri ya da papaz taraftarlar eliyle çökmek zorunda bırakıldıkları o masum, o güzel yıllar çok gerilerde kaldı ne yazık ki. Hani 1929 Dünya Ekonomik Buhranının “kahredici” etkilerinin yüksek perdeden hissedildiği Birleşik Devletler’de otellerin özellikle de yüksek katlarında kalmak isteyen müşterilerine yönelik olarak; “Uyumak için mi, yoksa atlamak için mi odayı tutuyorsunuz?” diye o çileli dönemin sıkıntılı koşullarını nefis bir biçimde resmeden, oldukça manidar bir soru soruluyormuş ya, bu yalnız ve güzel ülkede de “zamana ve gerçekliğe hükmeden her şeye hükmeder” amentüsünden yıllardır kendisine güç ve moral devşiren parti devleti iktidarının her şeyi ve herkesi ele geçirmeye çalıştığı, geçiremediklerinin ise önce mallarına mülklerine, sonra zamanlarına ve en sonunda da yaşamlarına devlet eliyle “çökerek” onları tıpkı dönemin Amerika’sında olduğu gibi “uyumakla atlamak” arasında korkunç bir tercihe zorladığı kabus dolu günlerden geçiyoruz artık.

Var oluşunu “sindirme”, “çökme” ve “yok etme” üzerine bina eden ve kurbanlarının yaşlarına, cinsiyetlerine, ideolojilerine bakmaksızın kolaylıkla seri “vicdansızlıklar” işleyebilen bu zorba rejim eliyle mallarına mülklerine küstahça çökülen memleket muhaliflerinin uğramış oldukları maddi zararlar bu korkunç dönem sona erdiği vakit elbette telafi edilecektir, bu konuda kimsenin kuşkusu yoktur, olmayacaktır da.

Peki ya sınandıkları her türden hukuksuzluk karşısında kendilerini savunmak için ellerinde kalan tek şeylerinin “gerçekleri” olmasına rağmen, o gerçeklerin cari zalimler tarafından onları haklı çıkarmaya yetecek kadar “gerçek” kabul edilmeyen ve bu zalimler iktidarda kaldığı sürece de hiçbir zaman edilmeyecek olan; bu sebeple de çocuklarını ancak mektuplarla ya da kısa süreli telefon konuşmalarıyla büyütmek zorunda kalan malum ana babalardan çalınan, üzerine pervasızca çökülen o kıymetli zamanları kim, nasıl telafi edecektir? Uyumaları yerine mümkünse toplu halde atlamaları için iktidar eliyle her türden hukuksuzluk, haksızlık ve zorbalıkla sınanan KHK’lıların kaybettikleri o canlarını, yaşamlarını kim, nasıl onlara geri verecektir?

Gerçekçi olmak lazım ki, ne üzerine çökülen ne de hoyratça çalınan o kıymetli hayatlar hiçbir zaman geri yerine konamayacaktır. Ancak bundan 20 sene sonra 30 sene sonra geriye dönüp bakıldığında, zamanlarını ve yaşamlarını kaybetme pahasına da olsa bu zorba rejime, bu ırkçı düzene hiçbir şekilde boyun eğmeyen, asla teslim olmayan bu yürekli, onurlu insanları sonsuz bir saygıyla anarak onların haklarını sonuna kadar teslim edecektir bu toplum, bundan zerre kuşkum yoktur.

Dolayısıyla en son umut ölürmüş derler ya..Her şeye ve herkese rağmen bir şekilde umut etmeye devam edeceğiz, başka yolumuz yoktur belli ki…Başımıza gelenlerin kaderimiz ve kederimiz olmaması için sonu nereye varacaksa varsın kavgamızı sonuna kadar vereceğiz.

Hani Nazım Hikmet’in dediği gibi, herhal ileridedir, yaşanacak günlerin en güzeli deyip sebat edeceğiz. Çünkü bu zulme, bu haksızlık sağanağına alışırsak, alıştırılırsak eğer, başta onurumuz olmak üzere her şeyimizi kaybedeceğiz..

Belki zaman zaman yalpalayıp düşeceğiz, umutsuzluğun tekinsiz kıyılarında usul usul göz yaşı dökerek o eski “turuncu beyaz” güzel dünlerimizin yasını tutacağız, ama asla alışmayacağız, asla pes etmeyeceğiz, zamanlarına ve hayatlarına arsızca çökülen bu kahramanların kimsesiz bırakılmasına asla müsaade etmeyeceğiz, asla.

Uğur Güney Subaşı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir