AKP’NİN “LAİKLİĞİ”: NEREDE BAŞLAR, NEREDE BİTER?

AnalizPolitika

Written by:

“Demokrasinin olmadığı bir laiklik,

hem demokrasi hem laiklik için bir felakettir.”[2]

 

Yasin Durak (YD): Ayinden Törene adlı çalışmanızda Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tören anlayışının Kemalist kadrolarca “katı bir biçimcilikle” çerçevelendiğinde dikkat çekmiştiniz. Daha sonra aynı konuya ilişkin kaleme aldığınız bir makalede AKP hükümetleri boyunca bu aynı biçimin “Osmanlıcı törensel yeniden yorumlanışla” dönüştürülmesini irdelemiştiniz. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Anayasa Mahkemesi açılışında boy göstermesini nasıl anlamamız gerekiyor?

 

Sibel Özbudun (SÖ): Olay genellikle (ve bence iyimser bir vurdumduymazlıkla) “kitleler nezdinde desteği hızla eriyen bir iktidarın ‘mutaassıp seçmeni konsolide etme’ girişimi” olarak yorumlandı. Olasıdır ki öyledir. Erbaş’ın Anayasa Mahkemesi’nin açılışında boy göstermesinin bir nedeni, seçim kaygısıdır. Ama daha derinlerde yatan bir anlamı var: “derin” bir meydan okuma.

Klasik anlamıyla laiklik, bilindiği üzere, bir ahlâk, değer vb. sistemi değil, yurttaş-yurttaş ve devlet-yurttaş ilişkilerinin düzenlenmesi olarak hukuka taalluk eden bir ilke… Yine “klasik” tanımı, malûm, “din (aslında Kilise) ile devletin alanlarının birbirinden ayrılması” ve/ ile devlet yönetiminin akla ve ortak onaya (“toplumsal sözleşme”) dayalı, kaynağı “dünyevî” olan, dolayısıyla da değişime (teorik açıdan, iyileştirilmeye) açık yasalara dayandırılması… Bir başka deyişle, “hukuk” en azından burjuva devrimlerinden bu yana, her türlü dinsel, uhrevî vb. müdahale ve simgeyi dışlayan bir alandır. Bir devletin yurttaşlarının farklı inanç sistemlerine bağlı, ya da inançsız olabileceği ön kabulüne dayanır ve bunu sorunsallaştırmaz, bununla ilgilenmez. Dine, cemaat iddialarına, bireysel inanç ya da inançsızlıklara karşı kayıtsızdır. Laik bir devlet yönetiminde inanç sistemlerine yönelik tutumu ne olursa olsun, yurttaşlar arasındaki ilişkiler onları yasalar önünde eşit kabul eden bir hukuk çerçevesinde düzenlenir.

Oysa kitaplı dinler, özellikle de sekülarizme en az uyarlanmışı olan İslâm, bilindiği üzere doğrudan dünyevî alan üzerinde yaklaşık bir “tekel” iddiasına dayanıyor. Dünya işlerinin (devlet yönetiminden ticari yaşama, aile ilişkilerine, hangi elle yemek yenileceğinden ne kadar sık ve nasıl yıkanılması gerektiğine dek…) hemen tümüne yönelik kuralları olan ve uygulamada bu kuralları bireylere dışsal bir “zor” ile dayatmayı öngören bir “tekel” bu… İslâm(-cılık) hepimizin tüm hayatını, birbirimizle ve devletle ilişkilerimizi yönetmeye talip. Bu nedenle “hukuk” alanının istilası, onun için çok önemli. Anayasa Mahkemesi’nin açılışında Diyanet İşleri Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yan yana boy göstermesinin simgesel/törensel anlamı, kanımca bu… Siyasal İslâmcı bir iktidar açısından bir niyet beyanı, bir gövde gösterisi. Hukuk kurumunun en üst organını siyasal iktidar ile onun dinsel izdüşümü arasında bir hiyerarşi ilişkisi içerisinde kurgulamak ve “Eski Türkiye”nin “Hukukun üstünlüğü” söylemini tersyüz ederek yeni bir tabiyet ilişkisi içine sokmak…

Siyasal İslâmcı AKP iktidarının zihinsel haritasını Osmanlı’dan feyz alan bir törensellikle açığa çıkarmasının, hele bizimkisi gibi “törenci” kültürlerde iktidarların kendilerini simgeler aracılığıyla aşikâr ve tahkim etmeleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Osmanlı da törenciydi, Kemalist Türkiye de, Tayyip Erdoğan’ın “yeni” Türkiyesi de öyle… Her üçünde de iktidarlar törenleri bir yandan bir “niyet beyanı” (nasıl bir toplum tasavvuruna sahip olduklarının simgesel serimlenmesi) hem de niyetlerini işlerliğe sokmanın aracı olarak değerlendiriyor.

 

YD: Birkaç yılda bir mütemadiyen “Yeni Anayasa’da laiklik olmasın” çıkışı yapan İsmail Kahraman’ın peşi sıra (daha evvelden Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’ta yaptığı gibi) AKP’nin başka mümessillerince laikliğin -kuşkusuz önüne çeşitli sıfatlar eklenerek- göstermelik olarak sahiplenildiğini görüyoruz. Siz bunun “tasarlanmış bir tutuma, bu bakımdan da bir insicama denk düştüğünü” yazmıştınız. Bu ne tür bir insicamdır ve bunun karşısında düzen muhalefetinin, bilhassa da liberallerin düştüğü yanılgılar nelerdir?

 

SÖ: Tayyip Erdoğan, yukarıda özetlemeye gayret ettiğimden farklı bir laiklik tanım ve anlayışına sahip olduğunu defalarca vurguladı. Laikliği İslâmcı kavramlar çerçevesinde yeniden yorumlayan bir tanım bu: Bir yanıyla İslâm’ın yayılışının ilk yıllarındaki, Müslüman fatihlerin karşılaştıkları farklı dinsel cemaatlerle ilişkilerinin, bir taraftan da dinin hâkim ideoloji olduğu devletlerde dünya işlerini yönetmeye talip devlet yöneticisi (diyelim ki Sultan) ile dinsel yetke (diyelim ki halife ya da şeyhülislâm vb.) arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine değgin tartışmalardan damıtılmış bir “laiklik” tanımı. Yani Fransız devriminin getirdiği ve çeşitli varyantlarıyla Avrupa ülkelerinde benimsenen laiklik anlayışıyla ilişkinsiz bir laiklik kavrayışı. (Tayyip Erdoğan geçmişte laikliğe ilişkin kendi tanımını şöyle vermişti: “(…) Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Laiklik konusunda Anglosakson bir laiklik anlayışı veya Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil. Kişi laik olmaz. Devlet laik olur. Bir Müslüman, laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir. Laik devlet, her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Musevi olsun, ister ateist olsun. Hepsinin güvencesidir.[3])

Tayyip Erdoğan’ın “bu” kavrayışı, Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin 4+4+4 eğitim sisteminin Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı olduğu savıyla 2013’te açtığı davanın reddine ilişkin gerekçesinde payandalanmaktadır. AYM gerekçesi, özetle, laikliğin biri katı diğeri “özgürlükçü” olmak üzere iki yorumu olduğunu, “katı” yorumun dini bireyin vicdanıyla sınırlarken, “özgürlükçü” yorumun dini toplumsal bir olgu olarak kabul edip, toplumsal görünürlüğe sahip olacağının kabulüne dayalı olduğunu belirtmekteydi. Bu durumda devlete düşen, kendisi resmî bir dine sahip olmamakla birlikte “din ve inançlar karşısında eşit mesafede dur”mak, “bireylerin dini inançlarını serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukukî düzen tesis et”mek ve “din ve vicdan hürriyetini güvence altına al”maktı. AYM gerekçesine göre, “Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altında” idi. “Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi” idi.[4] Aynı gerekçede, Türkiye’de laiklik ilkesinin “devlet ile İslâm dini arasındaki kurumsal ilişkiyi dışlamadığı”nı, devletin resmî dini olmasa da, “çoğunluk dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmaların öngörüldüğü” belirtilmektedir.[5]

Görüldüğü üzere çıkış mantığı “devleti (daha doğru bir deyişle kamusal alanı) dinin müdahalelerinden korumak” olan laiklik, bu mantık çerçevesinde “devletin din(ler)i koruması” biçimli bir tahrifatın nesnesi olmaktadır.

Türkiye’de siyasal İslâmcılar, iktidara geldiklerinde yüz yıllık sekülerleşme deneyiminin yeni iddia ve isteklerle donattığı, yalnız farklı inançlara sahip gruplarla değil (Cumhuriyet tarihi boyunca sıkça kıyıma uğramış olsa da gayrımüslim cemaatler, Alevîler vb.) aynı zamanda ateistlerle ve din karşısındaki tutumları farklılaşmış, İslâm’ı yaşamını yönlendirecek bir ilke olarak değil, bireysel bir inanç olarak gören milyonlarca “Müslüman” ile baş etmek durumunda kalacaklarının farkındaydı. “Medine Vesikası” ve “çok-hukukluluk” temaları, AKP iktidarının öncesinden tartışma alanına gitmişti. Bu temalar, AKP “laikliği”nin temelini oluşturdu: belirli bir dinin hükümranlığı altında yaşayan “kitaplı” din mensuplarına, egemenlere biat etmek ve onların dinine saygı göstermek kaydıyla sınırları zaman ve zemine göre değişebilen “özgürlük” tanınması… Tabii, cemaatin iç işlerinde ne denli “özgür” olduğu, iktidarın 2019’daki Ermeni Patriği seçimlerine doğrudan müdahale etmesi ve cemaat içerisinde “Ak-Patrik” olarak anılan Maşalyan’ı seçtirmesi (Maşalyan bu “jest”e, Ayasofya’nın cami olarak açılmasını destekleyen bir mesaj “jest”iyle karşılık verecekti… Bu arada, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması kararı, Erdoğan-tipi “laiklik”in bir başka bir tanığı). Gayrımüslimler İslâm devletlerinin kendilerine tanıdığı “hak”lardan yararlanabilirdi – tabii kitaplı dinlerin mensupları. Zerdüşti vb. “kitapsız”ların akıbeti, dönemin güçler dengesine terk edilecekti: şimdilik pek de hayırhah sayılmayacak bir görmezden gelme… İslâm kavrayışı Cumhuriyetin laiklik pratiği çerçevesinde biçimlenmiş yurttaşlara gelince, onların da tedricen “yeniden-İslâmlaştırılması”nı öngören bir “rehabilitasyon” programı devreye sokulacaktı: eğitim sisteminden gündelik yaşama dönük müdahalelere, Diyanet’in toplumsal yaşamın merkezine yerleştirilip trafikten okul kıran çocuklara dek her alana müdahil kılınmasına; İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına dek yaygın ve kapsayıcı bir program…

Liberallere gelince: onlar Erdoğan’ın 2010’ların başlarındaki açıklamalarını heyecanla karşıladılar. Kemalist laiklerin korktukları olmuyor, Türkiye AKP eliyle Şeriat devletine geçiş yapmıyordu. Tersine, “vesayetçi laiklik” terk ediliyor, “özgürlükçü laiklik”e geçiliyordu. Üstelik Erdoğan’ın sözleri, laikliği Batı-merkezci bir “büyük anlatı” olarak görüp mahkûm eden “post-seküler” söylemlerle de uyum içerisindeydi. Göremedikleri, AKP “laikliği”nin, İslâmî terimler çerçevesine yerleştiği, İslâmî ıstılahlara dayandırıldığı ve AKP’nin laikliği ülkenin İslâmileştirmesinde bir araç olarak kullanma niyetiydi. Tabii Cumhuriyet rejiminin laikliği dinin devlet tarafından denetim altında tutulmasının aracı olarak görmesinin de önünü açtığı bir yaklaşım bu…

 

YD: Geçtiğimiz aylarda mülteci meselesinde yürüttüğü popülist siyasayı “Müslüman olduğumuz için ırkçı olamayacağımızı” dile getirerek savunan Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha sonra kendi kurmaylarına “aman Diyanet’le polemiğe girmeyin” çağrısını yapmasını laiklik konusu ekseninde nasıl değerlendirmeliyiz?

 

SÖ: Bugünkü hâliyle CHP’nin ülkenin kritik konularından hangisi konusunda esaslı bir önerisi var ki, laiklik konusunda olsun? Tüm stratejisini AKP’den, AKP söylemleriyle kurtulmaya dayandırmış gözüküyor. “Biz onlardan daha milliyetçiyiz, daha iyi Müslümanız, piyasa ekonomisini daha iyi uygularız, en iyi sağcı biziz!” Hani kadın düşmanlığının kitleler nezdinde prim yaptığına dair bir iz yakalasalar, “en kadın düşmanı biziz!” diyecekler, neredeyse…

Ama bu “kraldan çok kralcı” gözükme gayretkeşliği, AKP’nin laiklik anlayışını Kemalist modele dayandırdığı gerçeğinin üzerini örtmüyor. Kemalist laiklik modeli, malûm, savaşlarla hurdahaş olmuş bir coğrafyada, karma bir nüfustan bir “ulusal kimlik” yaratma çabasıyla doğrudan bağıntılıdır. Müslümanların “geldiği”, sermayenin “Türkleştirilmesi” adına gayrımüslimlerin (tehcir, mübadele ve soykırım aracılığıyla) terk ettiği/gönderildiği/tasfiye edildiği bir coğrafyada yaşayan karma nüfusu (Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Çerkesler, Lazlar…) bir “ulus”a dönüştürmede başvurulabilecek tek ortak değer, İslâm’dır. İslâm “birleştirici” olduğu kadar, Osmanlı geçmişiyle bağları nedeniyle yönetici elitin benimsediği “ulus-devlet” modeli açısından riskli bir kimlik belirleyenidir. Kemalist elit, bu nedenledir ki, yurttaşlar için devletin denetiminde bir Müslümanlık kurgulamışlardır: Türkiye Cumhuriyeti’nde yurttaşlara doğduklarında kendi fikirleri sorulmaksızın üzerinde “İslâm” kaydı düşülen bir kimlik verilir, öldüklerinde cenaze namazları kılınarak uğurlanırlar(dı). Devlet (Alevî yerleşimleri dâhil) her köye kadrolu-maaşlı bir imam atar, bu imamların Cuma vaazlarını dikte eder. Devletin din üzerindeki kontrolü, maaşlı, atanmış devlet memurlarından oluşan bir Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle sağlanır. 12 Eylül rejiminin antikomünist, sonrasının anti-Kürt paranoyası, darbe yönetimlerinin soyunduğu toplum mühendisliği girişiminde (Sünni) İslâm’ın payını arttırma heveslerini körükledikçe, devletin topluma din (Sünni İslâm) enjekte etme çabaları daha da boyutlandırıldı, Diyanet İşleri Başkanlığının gücü ve yetkisi daha da arttırıldı. Öyle ki, AKP 2000’lerin başlarında iktidara geldiğinde, aşırı merkezileştirilmiş bir yönetim anlayışını temellük etmek ve Diyanet’i siyasal İslâmcı bir hatta oturtmaktan fazla bir gayret göstermesine gerek kalmadı…

Hâl böyle olunca, Türk-tipi laikliğin gerçek sahibi olan bir partinin, bu aslî konuda söylenecek “elhamdülillah biz de Müslümanız” ve “aman Diyanet’le polemikten kaçınalım”ın ötesinde bir şeyler olması gerektiğini düşünüyor insan, en azından “Biz laiklik konusunda şu noktalarda yanlış yapmışız, laiklik tanımımız şudur…” gibi, özeleştirel bir şeyler. Ancak, ülke geleceğinin “AKP’den/ Tayyip Erdoğan rejiminden kurtulma”ya endekslendiği ve parlamenter muhalefetin bunun ötesinde hiçbir tasarım üretemediği bir ortamda, bu galiba fazlasıyla nafile bir beklenti!

 

YD: Bir Sosyalist laikliği neden ve nasıl savunur? Laiklik noktasında sosyalist anlayışın burjuva perspektiflerden farkları nedir?

 

SÖ: Bu coğrafyanın devrimcileri, sosyalistleri olarak din konusundaki Marksist yazın kadar, son yıllarda yaşa(tıl)dığımız Siyasal İslâm deneyiminden de öğreneceğimiz çok şey var. İlk kurtulmamız gereken yanılsamanın, siyasal İslâm’ın siyasal ve toplumsal alanda bu denli mevzi kazanmasına yol açan liberal/ çok-kültürcü hayırhahlık olduğunu düşünüyorum.

Sosyalistler -en azından bir bölümü- SSCB sonrası ortalığı saran “post- “ söylemlere ne yazık ki fazlaca prim verdiler, kültüralist dalgaya fazlaca kaptırdılar kendilerini. Kültür, elbette ki önemli, ancak bireylerin “haklar”ı (çok-hukukluluk, çok-kültürcülük gibi söylemlerin ima ettiği üzere) mensubu oldukları kültürlere göre değerlendirilmeye başlandığı anda, kadın sünnetine ya da hırsızların ellerinin kesilmesine vb. neden karşı çıkılması gerektiği muğlaklaşır. Kadir Cangızbay’ın “İnsan haklarının asgarî sınırı, insanın, ister biyo-anatomik olsun, isterse kültürel, kendisine ‘sen nesin?’ diye sorulduğunda vereceği cevaba ilişkin kategorilerin kesinlikle bir hak ölçütü olarak addedilmemesidir. Laiklik de bu açıdan insan haklarından bahsedebilmenin ön koşullarından birini oluşturur: insanın (sonradan din değiştirenler hariç) ‘nesne’ yanına, yani üzerinde kendi belirleyiciliği bulunmayıp kendi dışından/öncesinden belirlenmiş/ biçimlenmiş yanına, kısacası nesne yanına/ ‘ne’liğine ilişkin bir kategori olarak dininin, mezhebinin bir hak ölçütü işlevi taşımamasını garanti edecek olan, laiklik ilkesidir. İşte tamı tamına burada “laik”liğin insan açısından olunabilecek bir şey, taşınabilecek bir özellik, dolayısıyla insanın “ne”liğine ilişkin bir kategori olmadığı, yan statüsel bir konum olmanın ötesinde bir insan niteliği olamayacağı da dolaylı olarak açıklık kazanır,”[6] uyarısı, bence son derece yerinde.

Din nihayetinde, biz materyalistler için göksel kaynaklı bir buyrultular sistemi değil de, verili tarihsel koşullarda, verili toplumsal ilişkiler içerisinde biçimlenmiş ve toplumsal ilişkilerden, iktidar iktidar ilişkilerinden münezzeh olmayan bir görüngü olduğu ölçüde, aynı zamanda “kültürel”dir. (Sosyal olan herşey, aynı zamanda kültüreldir…) Din karşısında farklı tutumların, birden fazla dinsel sistemin, bir din hakkında farklı (ve çelişik) yorumların benimsendiği bir toplumsal-kültürel ortamda dinin kamusal görünürlüğünü (“özgürlükçü laiklik” gibi parlak bir etiketle de olsa) kabullenmek, içinden çıkılmaz sorunlara yol açar, açmaktadır da. Salt nüfusun çoğunluğu öyle tanımlanıyor diye çoğunluğa ait dinsel kurumlarının toplumda başat kılınması, o dinin devlet eliyle öğrenim çağındaki çocuklara öğretilmesi, kurumlarının kamu kaynaklarından beslenmesi vb. diğer inanç sistemlerinin mensupları ve ateistler açısından açık bir hak ihlâli ve eşitsizlik olduğunu yaşayarak öğrendik. Öte yandan, bireylerin dinsel duygularını, aidiyet hislerini sınırlandıracak bir mekanizma bulunmadığından, dinsel kimliğini ifade etmesine izin verilen devlet görevlilerinin, çoğunluk ve devlet indinde “makbul” bir dinin mensubu olarak elindeki yetkileri kendi cemaati (İslâmcıların deyişiyle “bizim mahalle”) lehine kullanmayacaklarının bir garantisi de yoktur. Dinsel motiflerle kışkırtılmış güruhların hedef gösterilen “ötekiler”e neler yapabileceğinden ise hiç söz etmiyorum!

Dahası, “halkın ‘kutsal’ saydığı değerlerin korunması”, bir devletin görevi olamaz. Devlete böyle bir görev atfedilmesi, eleştirel düşünceyi boğan bir anlayış olduğu gibi, hâkim dinsel sistem dışında kalanların tepesinde sürekli sallanan bir Demokles kılıcıdır.

Ve nihayet, din iktidar(lar) tarafından, sisteme yönelik hoşnutsuzlukların bastırılıp massedilmesinde araçsallaştırılmaya elverişli söylemler yatağıdır. Sınıf savaşlarının keskinleşme eğilimi gösterdiği her alanda, türlü çeşitli cemaat mensuplarının boy göstermesi, camilerdeki vaazların bu dünyada sabredenlerin öte dünyada göreceği mükâfatlardan dem vuran yatıştırıcılığı, “devlet büyükleri”nin dinsel ıstılahlarla yoksulları, sömürülenleri, ezilenleri kaderlerine rıza göstermeye çağırması, kadınların dinsel buyrultularla terbiye edilmeye çalışılması… bu coğrafyanın vaka-i adiyelerinden oldu son yıllarda.

Bu örnekler ve daha niceleri, dinin kamusal alandaki görünürlüğünün sakıncalarını seriyor gözlerimizin önüne.

Şu hâlde sosyalistlere düşen, dinin kamuyu ilgilendiren bir mesele olmadığını vurgulamak, kamusal alanı dinin tezahürlerinden arındırmak olmalıdır. Din, özel alana taalluk eden bir durumdur, bireyler ve cemaatler, dilediklerine inanmak ve (başkalarına -ve tabii doğaya, çevreye, kamu sağlığına vb.- zarar vermemek koşuluyla) dinsel inanç ve ibadetlerini sürdürmekte özgür olmalıdır, elbette. Dinsel görüngüleri yasaklamak, bastırmak vb. sosyalistlerin işi olamaz. Ama dinin bir tahakküm aracına dönüş(türül)meşinin, din adına kamu kaynaklarının yağmalanmasının önüne geçmek, sosyalistlerin işidir.

Karl Marx’tan bu yana sosyalistlerin “din eleştirisi”, dinsel tasarım ve kurguların zeminini oluşturan dünya eleştirisinden başlar. Dini, dinsel düşünce tarzını etkisiz kılmak isteyen, işe dini var eden maddi koşulları değiştirme çabasıyla başlamalıdır. Bu nedenledir ki Marksistler, gerek din, gerekse devletin nihayetinde sönümleneceği bir toplumsallığa ilişkin iyimserliği muhafaza etmekle birlikte, Jakoben anti-klerikaller değillerdir. Marksist, ya da Marksizm-esinli pratik, dine karşı ne yasaklayıcı ve/ fakat ne de teşvik edici olmakla temayüz eder.

Özetle, sosyalistlere düşen, kanımca, dinle ne dargın, ne barışık, dine karşı “kayıtsız” bir anlayışı savunmak olmalıdır.

Böylesi bir yaklaşımın Türkçe’ye tercümesi, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla her türlü ilişkisini kesmesi, dini tümüyle inananların uhdesine bırakmasıdır. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünün önüne geçecek mekanizmaların işletilmesi ve belki de en kritiği: dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına alması bu yaklaşımın esaslı bir parçasını oluşturur. Bir başka deyişle, devletin bireysel özgürlükleri cemaatin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama (ya da seçim yapma) özgürlüğüne sahip çıkması önemlidir… “Vicdan özgürlüğü”nün de önkoşulu, bireyin dinsel tercihlerini özgür iradesiyle yapacak koşullara sahip olmasıdır.

Bu yaklaşımda hiç kuşku yok ki ne Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında (zorunlu ya da seçmeli) din derslerine yer yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işidir; devlete düşen, farklı cemaatler ya da cemaat-birey arasındaki ilişkilerde tahakküm ve istismarın engellenmesidir.

Ve nihayet, devletin “modernleşme” adına topluma tepeden dayattığı “laiklik”ten farklı olarak, sosyalistler için laiklik/sekülarizmin toplumsal tabana yayılması, toplumsallaşması sınıf mücadelelerine mündemiç kılınması için uğraşmak, önemlidir. Emekçiler, ezilenler, ekmeklerini küçülten her hamleye, özgürlüklerini daraltan siyasal İslâmcı dayatmaların da eklendiğini yaşayarak gördüler son yıllarda. Bu nedenle, ekmek talebi, devletten, dinden ve sermayeden özgürleşme talepleriyle, kendi yaşamının efendisi olma özlemiyle çözülmez biçimde iç içe geçmiş durumda…

Ve kitleler, kendi deneyimleriyle, kendi mücadeleleriyle kazandıkları değerlerden kolay kolay vazgeçmezler.

 

11 Ekim 2021 10:57:43, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Birgün, 16 Ekim 2021…

[2] Amin Maalouf.

[3] Selçuk Şenyüz, “Bir Müslüman Laik Ülke Yönetebilir”, Hürriyet, 16 Eylül 2011, s.22.

[4] “Anayasa Mahkemesi’nin 4+4+4 gerekçesi”, Sabah, 18 Nisan 2013, https://www.sabah.com.tr/gundem/2013/04/18/anayasa-mahkemesinin-444-gerekcesi

[5] a.y.

[6] Kadir Cangızbay, “Çok-hukukluluk, Laiklik ve Laikrasi”, https://www.sosyalbilimler.org/kadir-cangizbay-yazisi-cok-hukukluluk-laiklik-ve-laikrasi/

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir