Rüya ya da Mucize

Analiz

Written by:

Tanrı, insanlara dair yaptığı planlarını onlara uykularında söylermiş. Yağmur damlalarının yeni yetme bir ergen utangaçlığında usul usul yere düştüğü bir Adana sonbaharında kendimi 90’ların Sabancı Tekstil Meslek Lisesi’nin emektar banklarının birinde tek başıma otururken bulmam, bana dair yapılan rahmani bir planın görmekte olduğum keyifli bir rüyada hayata geçirilmesi midir, yoksa hani pek de kimselere kısmet olmayacak “tanrısal bir mucize” eşliğinde tüm görünmezliğimi kuşanarak geçmişe dair çıkarıldığım keyifli ama bir o kadar da duygusal geçmesi beklenen zaman yolculuğunun ilk durağında olduğuma dair zihnime fırlatılan bir işaret fişeği midir, bu konuda hiçbir bilgiye ya da öngörüye sahip değilim.

Ancak bildiğim tek bir şey var ki; o da çocuklukla başlayıp gençliğimi; o en güzel, o en neşeli günlerimi başta şu an üzerinde tek başıma oturduğum emektar bank olmak üzere her yanına severek bıraktığım sevgili okulumu ve tabii o okulu etrafı sevimsiz duvarlarla çevrili kuru bir bina olmaktan özenle çıkartarak bizler için gerçek bir yuvaya, direnme üssüne çeviren kıymetli arkadaşlarımı, öğretmenlerimi çok ama çok özlemiş olduğumdur.

İsimlerini şu an hatırlamadığım birkaç kız öğrenci tarafından büyük bir ciddiyetle hazırlanan kadim mikrofonumuzun ortaya çıkmış olmasından anlıyorum ki, birazdan mesleki kariyerini karşısındakini “kibar kibar” azarlamak üzerine inşa etmiş olan Nejat Hocamızın her cuma günlerinde yaptığı gibi karşısında tespih taneleri gibi dizilmiş bizlere “okula sesleniş” konuşmasını yapacak ve bizleri hafta sonu tatiline uğurlayarak 2 günlüğüne de olsa “Tekstil Meslek” üssümüzün kapısına kilit vuracak!

Üzerindeki çekingenliğini biraz olsun atan sonbahar yağmurunun daha seri ve daha kararlı bir biçimde ıslattığı güzide okulumuzun bahçesine üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen birçoğunu gayet yakından hatırladığım yüzlerin yavaş yavaş dolmasıyla birlikte görünmezliğin tüm sessiz nimetlerini sonuna kadar kuşandığım bu zaman yolculuğumun ya da masumane rüyamın benim için bambaşka bir festivale dönüşeceğini yavaş yavaş da olsa hissetmeye başlıyorum.

Ne manidar ki, Sefa’nın ve Bülent’in önderliğinde sakin ama hani “mekanın sahibi” havalarında kararlı adımlarla bahçeye erkenden düşen ilk ekip, 1991 yılının Eylül ayında Hazırlık F sınıfının kapısından içeriye çelimsiz bir “cüce” olarak ilk defa girmemle birlikte; büyümek ve uzamak konusunda neden bu kadar acele ettiklerini o ilk ders boyunca uzun uzun düşünmeme ve laf aramızda kendi adıma da bol bol tasalanmama sebep olan “erkenci” kader arkadaşlarım oluyorlar! Niyazi, Sevgi, Sevgül, Müge, Emine, Yasemin, Zübeyde, Sema, Birgül, Seçil, Çiğdem ve diğerleri..Sanki yan yana değil, birbirlerine gönülden tutunarak önümden yavaş yavaş geçip gidiyorlar.

Gelecekten gelen görünmez bir ziyaretçi olduğumu bir anlığına da olsa unutarak “sizi çok özledim be arkadaşlar!” diye bağırsam ve hatta tüm gücümle çığlık atsam artık o eski ışıltısını, neşesini ve gücünü kaybetmiş yorgun sesimi duyarlar mı, hissederler mi, tanırlar mı acaba? Herkesin bir hazırlık sınıfı okuyarak bitirdiği Sabancı Tekstil Meslek Lisesi’nde o çelimsiz çocuk için açtığı hazırlık sınıfı ile onun iki hazırlık sınıfını birden bitirerek mezun olmasını sağlayan; bu vesileyle de onun hem arkadaşlığını, hem de kişisel gelişim öğretmenliğini büyük bir özveriyle yürütmüş olan Sefa, o muzip haliyle yanıma çökerek “yaşlanmışsın be yeğen! Saçlarına ne olmuş böyle?” deyip üzerimden fütursuz bir nefretle geçip giden zamanın acımasızlığını, hoyratlığını bana yeniden hatırlatır mı, her biri yaklaşık yarım saat süren o “bitmeyen efsane rüyalarından” birisini hazır ben de zamansal bir rüyanın içerisindeyken bana yeniden anlatmaya kalkar mı? Rüyalarını dinlemesem eski dünlerimizde olduğu gibi bana yine kızar mı, delicesine öfkelenir mi?

Bizim ekibin hemen ardından da beyaz önlüklerine bulaşan boyalarla adeta mobil billboard’lara dönüşmüş olan boya-baskı öğrencileri, içerisinde Sezen’in, Ayşegül’ün, Yasemin’in ve Serpil’in yer aldığı o meşhur “4’ü bir arada” ekibi önderliğinde yavaş yavaş bahçeye doğru geliyorlar. “Saklanma o görünmezliğinin arkasına Uğur Bey, bizimkiler görmeseler de ( ya da görmek istemeseler de!) ben gayet net olarak görüyorum seni!” der gibi her yanından zeka sızan o hınzır gülümsemesiyle bana doğru bakıyor Ayşegül. Bizim kendisini Gazi olarak hatırladığımız, ancak ilerleyen yıllarda tüm Türkiye tarafından Aytekin Ataş olarak tanınan ve yaptığı unutulmaz bestelerle gururumuz olmayı başaran Gazi gibi, Ayşegül de okulumuzun en sanatsal, en yetenekli öğrencilerinden birisiydi ve hatta ilk ikisinden birincisiydi. Hatırladığım kadarıyla birkaç enstrümanı gayet profesyonelce çalabiliyordu, ki birkaç defa mavi salon’da vermiş olduğu solo konserlerine katılmışlığımız dahi vardı.

Bizim sınıfla birlikte hazır giyim bölümünü temsil eden diğer şubenin öğrencileri de liderleri, kaptanları “tek başına” Yasin Kınay’ın hızlı adımlarına ayak uydurmak uğruna yağmurun etkisiyle tamamıyla suya batmış olan bahçeye koştura koştura geliyorlar. Evet, okula ilk girdiğinde de, mezun olduğunda da nedense hep acelesi vardı ve hep tek başınaydı Yasin. Ama gariptir ki asla yalnız değildi. Zira yalnız olmak katlanılmaz, dayanılmaz bir mecburiyetken, tek başına olmak tıpkı bizim Yasin’nin de seçtiği gibi kişisel bir tercihti. Belki de onun hayata karşı bir meydan okuyuşuydu bilemiyorum. Onun hemen ardından Talip’i, neşe reaktörü Ali Mert’i ve Süleyman’ı görüyorum. Ancak affetsinler sınıflarındaki kız öğrencilerinin adını bir türlü hatırlayamıyorum. Yüzleri hafızamın dehlizlerinde saklanmayı başarmış ama isimleri önüne çıkan dal parçalarını arsızca sürükleyen bir sel gibi akıp gitmiş hafızamdan, geçmişimden.

Okuttuğu sayısız nesille okulun yaşayan hafızası, ya da başka bir ifadeyle yıllara meydan okuyan kara kutusu olan Serdar Hocamız kafası önde, düşünceli düşünceli yürürken bekliyor cuma kapanış törenini. Kim bilir, belki de Oğuzların, Botaş Mehmetlerin, Deryaların, mahcup uzunumuz Ercanların mezun olmalarıyla iyiden iyiye tenhalaşan erkek basketbol takımının sahaya kimlerle ve nasıl çıkacağını düşünüyordur. Hatırlıyorum da, onu hem çok severdik, hem de kendisine pek belli etmesek de çokça da çekinirdik ondan. Basketbol oynarken bir gözümüz bizi izleyen (ya da izlemesini umduğumuz) sevdalarımızda olurken, diğer gözümüz de erkek basketbol takımının tartışmasız tek seçicisi olan Serdar Hoca’nın üzerinde olurdu. Kendi adıma konuşmak gerekiyorsa iki göze de girmeyi başaramamıştım!

Okulumuzun emektar bahçesi yükünü iyiden iyiye almaya başlamışken, dokuma bölümünün en tanınan, en bildik ve herkesin üzerinde ittifak kuracağı üzere en sevimli siması olan turuncu Hasan da arkadaşlarıyla birlikte kortejdeki yerini yavaş yavaş almaya başlıyor. Gerek son sınıf dokuma bölümü öğrencilerinin katılımıyla, gerekse de hani askerlik tabiriyle ifade edersem eğer, torunlarımızın tören alanını tekmil-i birden doldurmalarıyla artık tüm öğrenciler Nejat Hoca’mızın okula sesleniş konuşması için hazır hale geliyorlar. Ancak nedense bir kişiyi göremiyorum aralarında? Yoksa gelecekle geçmişin karşılaşması bitmesini hiç istemediğim bu zaman yolculuğunun “zamansızca” sonlanması; hiç uyanmak istemediğim bu rüyadan uyanmak anlamına mı geliyor?

Oysa ne çok şey söylemek isterdim ona. Bölük pörçük görebildiği o lanet ışığın, tünelin çıkışına değil, kendisini ezmek üzere yaldır yaldır üzerine doğru gelen iri çaplı bir kara tren’e ait olduğunu sağda solda elime geçen her yaralayıcı cismi kafasına acımasızca, hunharca vurarak anlatmayı; söylediklerimi satır satır ezberlemesini sağlamayı isterdim. Ama belli ki böyle bir imkana sahip değilim ne yazık ki. Belli ki “zaman” kavramıyla bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi oynayan ünlü yönetmen Christopher Nolan’ın Tenet filminde olduğu gibi benim yolculuğumda “zaman” geriye doğru katlanarak ilerlemiyor. Geçmişe ancak seyirci olarak yolculuk edebiliyorsun ve onu asla değiştiremediğin gibi orada da kalmayı hiçbir koşulda başaramıyorsun.

Oysa ben her yeni bir güne değil, her yeni düne uyanmanın hayalini kuruyordum. Fazlasıyla hastalanmış, eski ışıltısını, masumiyetini, neşesini, ahlakını, vicdanını, huzurunu kaybetmiş bu kirlenmiş, bu bitmiş, bu tükenmiş zamandan ve dünyadan kaçmanın haklı planlarını yapıyordum.
Öğrencilerin yavaş yavaş kapıya doğru ilerlemesinden anlıyorum ki tören yeni bitmiş. Öğrencilerle birlikte sanki gün ışığa da boşaltıyor okulu. Derin bir karanlığa lehimlenmiş ağır bir sessizlik çöküyor her yana..Herkesin gidip gitmediğini kontrol eden görevli abimiz bankın üzerinde geleceğe dönüş zamanının gelmesini bekleyen beni asla göremeyecek çok iyi biliyorum. O yüzden de öğrencileriyle gönül dolusu vedalaşamasam, kucaklaşamasam bile okulun bizatihi kendisiyle vedalaşıyorum gecenin kör karanlığında ve artık sağanağa dönüşmüş bir sonbahar yağmurunun tanıklığında.

Uğur Güney Subaşı. Nisan, 2021 Adana.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir