Çifte Enkaz

AnalizPolitika

Written by:

Türkiye Cumhuriyeti’nde doğmuş olmalarının bedelini ömürleri boyunca ödemek zorunda kalan her erkek kurbanın başına geldiği üzere doğumla birlikte üzerime zimmetlenen ve tüm gençlik yıllarım boyunca azılı bir katil gibi peşimi zinhar bırakmayan “vatan borcumun” devlet tarafından tahsil edilmesinin zamanı geldiği için Yalova merkezde bulunan jandarma birliğime tüm benliğimle teslim olduğumda kışlanın dışarısına bıraktıklarım arasında sadece özgürlüğümle moralim yoktu elbette.

Yeşilin en çekilmez, en itici tonundaki kamuflajını üzerime geçirmemle birlikte yaşama dair az çok biriktirdiğim tüm mantıklı ve haklı sebeplerimi de demir kapının dışarısında bırakmak zorunda kalmıştım. Zira yoğun esaret altındaki öfkeli zihnime “askerliğin başladığı yerde mantığın bittiği” militarist mottosunu (saçmalığını) bir şekilde kabul ettirmemin ve teskere alacağım o kutsal güne sağ salim ulaşmamın başka bir yolunun yordamının olmadığını gayet iyi biliyordum.

İşte işledikleri suçlar ya da bir parçası oldukları kabahatlerle bu militarist mottoyu ezip geçmeye çalışan er ya da erbaşların askerlik jargonunda “disco” olarak adlandırılan askeri cezaevlerine kapatıldıklarını; korkunç işkencelerin yapıldığı söylenen o discolarda askeri mahkumlara kötü muamele eden gardiyanlarla bu muameleye uğrayan askerlerin göz göze gelmemeleri, gardiyanların askerler tarafından tanınmamaları için de mahkum askerlere sürekli olarak kafaları yukarıda dolaşmaları emredildiğini militarist bir şehir efsanesi olarak ilk defa duymaya başladığımda Yalova’daki Jandarma Birliğimde daha 1 haftayı bile geride bırakmayı başaramamıştım.

Ben artık yaşlandığımı, o meşhur şiirdeki yolun neredeyse üçte ikisini üstelik heybemdeki binlerce keşkelerimle, ölümcül ayıplarımla, artık telafisi olmayan o korkunç hatalarımla ve bütün bunların doğal sonucu olarak da payıma düşen bol miktardaki “hak edilmiş!” beddualarımla devirmek üzere olduğumu; bir zamanlar aynanın karşısında gerek saç jöleleriyle gerekse de fönlerle şekilden şekle sokmalara doyamadığım o çok sevdiğim saçlarımın yerinde artık tamamıyla yeller esmeye başladığında ya da burnumun üzerinde yaptığı katlanılmaz ağırlıkla beni okumaktan soğutan o lanet olası gözlüklerim olmadan “yakının körü” olmaktan asla kurtulamayacağımı sonunda kabul etmek zorunda kaldığımda fark etmemiştim.

Ben yaşlandığımı, o meşhur şiirdeki yolun neredeyse üçte ikisini göz açıp kapayıncaya kadar neredeyse bir çırpıda devirdiğimi, kötülüğün ölümden çok daha hızlı koştuğu, ona adeta tur bindirdiği bu kurtluk zamanlarda doğan bu ülkenin kadersiz ve çaresiz çocuklarıyla göz göze gelmemek; fakirliğin ve garibanlığın “çaresizlikle” işbirliği yaparak sinsice teslim aldığı bu kadersiz çocukların artık enkaz haline gelmiş olan bu memleketin yıkıntıları arasından gelen o yürek yakan çığlıklarını duymamak için hem mobil bir cami imamı gibi ellerim kulaklarımda, hem de “disco”ya düşmüş mahkum askerler gibi başım havada Adana caddelerinde kendimi kaybetmiş bir şekilde şuursuzca dolaşmaya başladığım zamanlarda ilk defa fark etmiştim.

İşte milletçe içimizden geçen o korkunç deprem felaketi sonrasında hem bu ülkenin hem de o fakir ve dayanıksız evlerinin “çifte enkazları” altında günlerce can çekişen bu memleketin güzelim çocuklarının bana geleceğin zifiri karanlığını, umutsuzluğunu, mutsuzluğunu ve kimsesizliğini haber vermelerinin sebeb-i hikmeti, artık yaşlı ve son derece umutsuz bir insan olarak lanet hayatıma kaldığım, daha doğrusu düştüğüm yerden sessizce devam etmek mecburiyetinde kalmamdan kaynaklanmaktadır.

Belli ki bu mecburiyet sebebiyle de, bu toprakların bahtsızlığına doğmuş olan fakir çocuklarını acımasızca tepelemek üzere tek başına değil, sanki beraberindeki öfkeli bir “hayvan sürüsüyle” birlikte üzerimize doğru küstahça gelen “geleceği” değil, her ne kadar şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş olsa da içerisinde bir nebze de olsa soluklanma fırsatını yakaladığımız ve elbette bolca da hüzünlendiğimiz geçmişimizin o aydınlığını, umudunu, huzurunu ve çocuksu naifliğini arıyorum uzun zamandır.

Hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini kabul etmek zorunda kaldığım hayallerimin yerini şimdilerde deliler gibi özlemini duyduğum o güzel hatıralarımın almış olmasının sebebi de budur belli ki. Dolayısıyla ben tıpkı eski günlerimde olduğu gibi kafam önde, ellerim yanımda, karşılaştığım o güzel çocukların gözlerine ve kalplerine utanmadan, korkmadan bakarak yeniden özgürce dolaşmak istiyorum kadim şehrimin buram buram narenciye ve kebap kokan kadim sokaklarında.

Ben bütün bu isyanımı, bütün bu ağıdımı, bütün bu hasretimi, malum zalimlerin bilerek, isteyerek sebep oldukları enkazın, ENKAZLARIMIZIN altından daha fazla yazmak istemediğim için de, onların, tüm lanetiyle “üzerimize kabus gibi çöken” kutlu geleceklerini görerek, o karanlık geleceğin bir kurbanı olarak değil; tüm şefkatiyle “önümüze eğilen” geçmişimizin mutlu ve huzurlu bir yurttaşı olarak o son durakta inmek istiyorum artık.

Uğur Güney Subaşı, Mart, 2023, Adana

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir